Geçen hafta Alan Parker filmlerinden söz ederken Midnight Eşpress/Geceyarısı Ekspresi’ni (1978) anmamam bazı okurların tepkisini çekti. Onlara yazdığım yanıtlarda Geceyarısı Ekspresi’nin Alan Parker’ın en kötü filmlerinden olduğunu düşündüğümü belirttim. Ekim 2016’da yayımlanan bir yazıda filme kısaca şöyle değinmiştim: “Eğer inandırıcılık, iyi senaryo, iyi diyaloglar, iyi sanat yönetimi, uygun figürasyon ve iyi oyunculuk gibi istekleriniz yoksa, bazı psikopatça anlarıyla -örneğin dil koparma, falakaya yatırılan çocuklar ya da tımarhane sahneleri- Geceyarısı Ekspresi’ni dehşetli bir korku filmi olarak izleyebilirsiniz.” (“Bütünleme Ekspresi”, 15.10.2016, BirGün)

Geceyarısı Ekspresi’nin üstünde ciddi ciddi kafa yorulması gereken bir film olmadığını düşünüyorum aslında. Bu filmi oluşturan temel yapı birimlerinin her biri sorunludur: Boşluklarla dolu, hümanizmden uzak, şiddet ve öfkeye yoğunlaşmış, baş karakterlerin bile derinliksiz olduğu bir senaryo; birkaç İstanbul sahnesi dışında tamamı Malta’da çekilen filmin mahkeme ve hapishane sahnelerindeki inandırıcılıktan uzak ve aşırı oryantalist atmosfer; bazıları iyi Türkçe konuşurken çoğunluğunun ne dediği anlaşılmayan kötü oyuncu ve figüran seçimleri… Billy, babası, ABD konsolosu ve avukatın bir gardiyanın yanında rahatça Yunanistan üzerinden kaçış planlarını konuşabildiği, avukatın mahkemede tespih çekerek oturabildiği, Billy’nin gecenin bir vakti koğuşundan çıkıp serinlemek için avluya inebildiği bu filmin nasıl olup da 1978’de En İyi Uyarlama Senaryo Oscarı aldığını anlamak içinse, dönemin Reagan’a hazırlanan post-Vietnam politik-psikolojisine bakmak yeterli olacaktır.


Oliver Stone, Alan Parker’ın Londra’daki ofisinde kendisine ayrılan odada Billy Hayes’in kitabını önüne çekip ‘ülkesinden uzakta bir Amerikalının çektiği çile’yi anlatan senaryoyu yazarken bariz biçimde Vietnam Sendromu’nun (Post-Travmatik Stres Bozukluğu) etkisindedir. 2020’de yayımlanan Chasing the Light (Işığın Peşinde) adlı anı kitabında, Geceyarısı Ekspresi’nin gösterime çıkmasından sonra yapılan eleştirilere değinirken şunları yazıyor: “Bazı eleştiriler çok kırıcı ve acı vericiydi. Pauline Kael, Parker’ı ve beni ‘kötü ruhlu, sahte kanla dolu sado-mazoşist bir porno fantezisi’ yaptığımızı söyleyerek ezdi geçti, nefretini uzun uzadıya kustu. O zamanlar yanlış anlaşıldığımı düşünüyordum, ama yıllar sonra dönüp filme baktığımda, içimdeki merhametsiz şiddet duygusunun orada olduğunu fark ettim. Evet, çünkü ben de orada bulunmuştum -savaşta bulunmuş, hapishanede yatmış, deniz ticaret filosunda ve sivil hayatımın farklı zaman dilimlerinde insan ırkının en kötü yanlarını görmüştüm. Bunu neden göstermeyeyim ki? Bu hiç de ‘sahte’ değil! Bir yanım canavardı, çünkü ben orada ‘Canavar’a hizmet etmiştim. Onun adına öldürmüştüm. Neden reddedeyim ki? Bunu affetmedim tabii, ama biliyordum ki Billy Hayes’in o hapishanede yaşadığı eziyeti yaşasaydım oradan çıkmak için elime geçen her silahı kullanırdım. Beni 30 yıla mahkum eden o sahtekar yargıçlara da bağırırdım. Ve bana ihanet eden adamın dilini ısırarak koparırdım! Vietnam’dan bu yana içimde o kadar çok şey biriktirmiştim ki, açığa çıkmamış öfkemi -kendi Aşil gazabımı- serbest bırakma konusunda kendimi haklı hissediyordum.”

Uzun lafın kısası, Geceyarısı Ekspresi bir grup ‘resmi şiddetten mustarip’ insanın ateşli sayıklamaları ve nefreti üzerine inşa edilmiş, ABD ve Avrupa dışındaki tüm dünyayı kötü gören bir anlayışın filmidir, daha fazlası değil… Bu yüzden Alan Parker’ı The Wall ile, Mississippi Burning ile, Birdy ile anmayı tercih ediyorum.