Seksenler, hayata gözlerimizi sonuna kadar açtığımız, ilginç zamanlardı. Bugünden bakıldığında askeri darbe, bildirilerle yönetilen ülke, gündüz bol ayetli konuşmalar, gece İstiklal Marşı’yla televizyon kapanışları, dopdolu hapishaneler, yeni bankerler ve “köşe dönmecilik” hatıra gelir. O dönemin gençleri, bir darbenin içinde liseyi bitirmiş, çıkıp üniversitelere gelmişti, bu bizim devremizdi. Evvelkilere göre “şanssız kuşak”tık, altmış sekizli veya yetmiş […]

Seksenler, hayata gözlerimizi sonuna kadar açtığımız, ilginç zamanlardı. Bugünden bakıldığında askeri darbe, bildirilerle yönetilen ülke, gündüz bol ayetli konuşmalar, gece İstiklal Marşı’yla televizyon kapanışları, dopdolu hapishaneler, yeni bankerler ve “köşe dönmecilik” hatıra gelir.

O dönemin gençleri, bir darbenin içinde liseyi bitirmiş, çıkıp üniversitelere gelmişti, bu bizim devremizdi. Evvelkilere göre “şanssız kuşak”tık, altmış sekizli veya yetmiş sekizli olmadığımız açıktı. Televizyonlardaki dizilerden, darbe ve Özalist kültüre bakıldığında bu kesindi. Bazıları en başından “kayıp kuşak” demişti.

Oysa bizim kuşak darbeden beş-altı yıl geçmeden tüm baskı ve hukuksuzluğa rağmen öğrenci derneklerini kurmuş, sokaklara çıkmaya başlamıştı. O zamanlar, dernek kurmak için, karakoldaki dernekler masasına dilekçe veren öğrenciye en ağır işkenceler yapılabiliyordu.

Yani “kayıp kuşak”ın bazı fertleri, hiç de önceki kuşaklardan daha az cesur ve fedakâr değildi. Size, Eyüphan Başar’ı anlatabilirim. Bir el işaretiyle yüzlerce öğrenciyi yürütebiliyordu, ulu Tanrı bazılarına demek böyle bir yetenek bahşetmiş. “Dernekçiliği” o kadar etkiliydi ki, Ankara’da bizzat emniyet müdürü, İstanbul’da ise zamanın kötü ünlü polisleri sorguladı. Eyüphan, karanlık mahzenlerde, ağır işkencelerde -sorgu saatleri dışında ise elleri umumiyetle bir kalorifer borusuna yukarıdan kelepçeli-, kaldı, en sonunda başı dik ve “keyifli bir ıslıkla” çıkıp “kantin”e, yani yanımıza dönmeyi başardı. Sonra, açlık grevinde “korsakof” oldu ama.

Güçlü insani bir dayanışma da vardı, hasta olana herkes koşturuyor, hapse düşene para toplanıyor, ders notları gönderiliyor, avukat tutuluyordu. Levent vardı mesela, bir öğrenci eyleminde alındı, savcı Ülkü Coşkun bizimkini sorgulamış, subay babayı aramış, adam zınk diye harçlığını kesti çocuğun, para toplandı, okudu Levent.

Tarikatlara ve mollalara teslim olduğumuz, şu zifiri karanlık günler birdenbire gelmedi. Bu utanç verici yılların temeli, seksenlerde atılmıştır. Seksenler, kendisinden 30 yıl sonra kurulacak mevcut rejimin de başlangıcıydı. Öyle ki, o zamanlar ortaya atılan “Türk-İslam Sentezi”, tam da bu zamanlarda inşa edilen AKP-MHP koalisyonunun da can suyudur. Darbe lideri Kenan Evren, Cumhurbaşkanı olduktan sonra da konuşmayı bir türlü beceremezdi, sürekli mesela “içun” derdi, bugünküler de “prompter”e bakmadan yapamıyor o işi. O zamanlar ülke “bildiri”yle, şimdi “kararname” ile yönetiliyor.

Seksenler, doksanlara devrildiğinde -biz bitirirken- okula o geldi, o zamanlar uzun botlu, faulleri de uzun, hep atkılı, ağzında pipo ile kantinde görünürdü. Öğrenciyken sanata ve felsefeye meraklıydı, eylemlere ara sıra giderdi. Babası Dersim’de, hem de 12 Eylül’de vali yardımcılığı yapmış, Munzur suyunu içmişti besbelli.

Son yıllarda avukatlıkla ilgili yazılan her yazı, verilen her demeç, yapılan her savunma bir şekilde ona değiyor. Bu mesleği icrası bir yana, hukukun bir hedefi olarak da gündemde. Geçen gün açlık grevine başladı hapishane içinde arkadaşlarıyla, sonra babası öldü, çam ağaçları altında bir bahçede, yeni kazılmış bir mezara yavaşça toprak atarken görüldü. Selçuk’un kolunda anahtarı kayıp bir kelepçe vardı, kelepçe de değil, bir onur belgesiydi o, seksenler, doksanlar adına.

*Steinbeck’e saygıyla.