Türkiye, tarihinin belki de en derin ekonomik ve siyasal kriz döneminden geçiyor. “Patlıcan-kuru soğan terörü” söylemiyle, evvela ekonomik kriz, sonra da apaçık “yönetememe krizi” herkesten gizlenmek isteniyor. Ülkenin batmakta olduğunu söylemek mümkün ve batan ülkeyi en iyi yargı temsil ediyor. O ünlü şiiri, “birinciliği yargıya verdiler” formatında uyarlamak; “birincinin birincisi”ni ise Anayasa Mahkemesi ilan etmek […]

Türkiye, tarihinin belki de en derin ekonomik ve siyasal kriz döneminden geçiyor. “Patlıcan-kuru soğan terörü” söylemiyle, evvela ekonomik kriz, sonra da apaçık “yönetememe krizi” herkesten gizlenmek isteniyor. Ülkenin batmakta olduğunu söylemek mümkün ve batan ülkeyi en iyi yargı temsil ediyor. O ünlü şiiri, “birinciliği yargıya verdiler” formatında uyarlamak; “birincinin birincisi”ni ise Anayasa Mahkemesi ilan etmek mümkün.

Yargı derken, en başta ceza yargısı geliyor. Zira yönetemeyenler, muhaliflere ve muhalif olacak sıradan halka karşı ceza hukukunu -epey zamandır- bir “sopa” olarak kullanıyor. Uygulanmayan AİHM kararlarından infaz hukukuna, Sulh Ceza Hakimlikleri’nden Yargıtay’a, YSK’dan tüm mahkemelerin üstündeki Anayasa Mahkemesi’ne dek -çok geniş ve değişik bir alanda-, muhaliflere ve halka karşı tanzim edilmiş yargı var.

1990’larda “kontrgerilla”, “JİTEM”, “faili meçhul cinayetler”, “gözaltında kayıplar” bir “yönetme” siyasetiydi. Artık “kabalık” yok, daha “ince” yöntemler devrede; üniversite öğrencisinden milletvekiline 15-20 yıl hapis cezası ile “sorun” hallediliyor. Eren Erdem’i, Selahattin Demirtaş’ı, açlık grevinde 20 günü deviren Kozağaçlı ve arkadaşlarını unutun; geçen hafta Gültan Kışanak’a verilen 14, Sebahat Tuncel’e kesilen 15 yıl hapis cezasını “hatırlayan” var mı? Daha korkuncu, sanki herkes bu tabloyu kanıksamış halde.

Yargı kararları, hak ve özgürlükleri hedef alıyor, muhalifleri sindiriyor, seçimde oy kullanma hakkından, milletvekillerinin gözaltına alınıp tutuklanabilmesine dek, siyasal alanın sınırları dahi onun tarafından belirleniyor. Yargının krizini ve niteliğini, Anadolu’da her gün sayısı artan -ve siyasilerce hiç utanmadan “yatırım” olarak sunulan- cezaevlerinden görmek mümkün. Mevcut cezaevleri kapasiteslerinin yüzde 30 üstünde “çalışıyor”, yorgan, yatak, doyurucu ve sağlıklı yemek bulmak artık bir “şans”.

Yargı düzeninin en üstünde yer alan, tüm kararları “bağlayıcı” olan Anayasa Mahkemesi kararlarına (AYM) bakmak, korkunç tabloyu da gözler önüne seriyor. AYM’ye bugüne kadar yapılmış 200 bini aşkın başvurunun, yüzde 75’i 15 Temmuz 2016’dan sonra kayıtlara girdi. Başvuruların 3/4’ünü inceleyen “yüksek mahkeme”, sadece yüzde 2 oranda bir başvuruyu kabul ederken, şikayetlerin yüzde 98’ini “açıkça dayanaksız” diye reddetti.

Reddedilen bu başvuruların konuları ise, haksız gözaltı, hukuka aykırı tutuklama, gözaltında işkence ve kötü muamele, adil olmayan yargılanma, uzun tutuklanma, tek başına hücrede tutulma, malvarlığına el konulması, pasaportun alıkonulması vd. şikayetlerden oluşuyor. Özcesi en “temel haklar”da yapılan başvurular, Anayasa Mahkemesi tarafından reddedildi. Mahkeme, kötü muamele gören, işinden çıkarılan, pasaportuna el konulan 1 kişiye dahi olumlu yanıt vermedi. AYM böyle yapınca, Sulh Ceza Hakimlikleri’nden Yargıtay’a, tüm mahkemeler aynı hattı izliyor.

Anayasa Mahkemesi, son aylarda artık ret kararlarına “gerekçe” dahi yazmıyor, şikayetçilere 1 sayfadan ibaret kararlar gönderiyor. Ekonomik batışın bir ürünü olan “kağıt krizi” buna yol açmış olabilir; ancak bu durum “hukuken” kabul olunamaz. Mahkeme’nin bu hali karşısında, “Anayasa var mı ki, Anayasa Mahkemesi olsun” diyenler artacak besbelli.

Bu tabloda önce Anayasa Mahkemesi, sonra Yargıtay Başkanı seçimleri yapıldı; mevcut başkanlar “görevlerine” devam edecek. Erdoğan tarafından Anayasa Mahkemesi’ne son atanan “üye” ise eski AKP milletvekili Yıldız Seferinoğlu oldu. Mahkemede hiçbir şeyin “değişmeyeceği” ve “aynı tas aynı hamam” yola devam edileceğini söylemek mümkün.