Siz hiç…

Öz çocuğunu elleriyle boğan…

Annesini öldürüp kafa derisini yüzen…

Kardeşinin cesedini keserle parçalayıp günlerce sobada yakan…

Hayatı boyunca yirmi bir kişiyi öldürdüğünü, sanki hayatın doğal akışı böyle gerektiriyormuş gibi doğallıkla anlatan birisiyle karşılaştınız mı?..

Ben adli psikiyatride çalışırken birçok kez karşılaştım.

(Bir hekim olarak görüşmek bile son derece ürkütücü ve travmatiktir.)

Çoğunda psikiyatrik tanı “Antisosyal Kişilik Bozukluğu”dur.

***

Bir arkadaşımın uzmanlık tezinden kısacık özetlemeye çalışayım.

Toplumda görülme sıklığı erkeklerde yüzde üç, kadınlarda yüzde bir civarındadır.

     Belirgin özelliği, diğer kişilerin haklarının hiçe sayılması ve çiğnenmesidir.

Üst benlik (süper ego) gelişmemiş gibidir, özdenetim ve kendini yargılama zayıf ya da yoktur.

Kişi suçluluk, anksiyete, pişmanlık duymaz veya pişmanlıkları yüzeyel ve geçicidir, daha çok çevreyi suçlama eğilimindedir, dışarıdan gelen engel ve yargıları önemsemez.

(Davranışlarımdan birileri rahatsız oluyorsa, bu benim değil onların sorunudur!..)

Kendilerini haklı çıkarmak için aklileştirme (rasyonalizasyon) savunma düzeneğini sık kullanırlar.

Olumsuz deneyimlerden ve aldıkları cezalardan ders almazlar.

***

Politik tartışmalarda psikiyatrik kavramları kullanmanın, bir hayli yaygın ve etkili olsa da, ne kadar tehlikeli olduğunu bilirim,

Gene de son zamanlarda “sol”daki tartışmaları izlerken böyle düşünmekten kendimi alamıyorum.

Bana öyle geliyor ki…

Bir de “Antisosyalist Kişilik Bozukluğu” diye bir şey var, hayatta. (Ya da en azından bu ülkede.)

Eskiden Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde, Ülkü Ocakları’nda ikamet ederler…

Komünizmin bütün hedefinin Türk Milleti’ni yok etmek…

Rusların tarihi emellerinin Anadolu’yu işgal edip sıcak denizlere inmek olduğuna inanırlar…

Peptik ülserin mevsim dönümlerinde alevlenmesi gibi…

Her sonbaharda “Bu kış komünizm gelebilir.” diye de fetva verirlerdi.

Şimdikiler…

Bütün entelektüel sol birikimlerini solun üzerine kusarak icrayı sanat eyliyorlar.

***

Şöyle olmuş, böyle olmuş…

Şu şunu demiş, bu bunu demiş…

Önce o başlatmış, yok hayır bu başlatmış…

Geçin hepsini bir kalem.

Adına ne derseniz deyin, bu ülkede yeni bir rejim kuruldu.

Ve bu rejim değişikliğinin kırılma noktası 12 Eylül 2010 Referandum’u oldu.

Referandum’un amacının askeri vesayetle hesaplaşmak, 12 Eylül’den hesap sormak, demokratikleşmek, sivilleşmek filan değil…

Öncelikle yüksek yargıyı bütünüyle ele geçirerek…

Eskisinden daha otoriter, daha totaliter, daha baskıcı, daha hukuksuz, daha faşizan bir rejim kurmak olduğu yüzlerce, binlerce defa söylendi size.

(Sonuçta da öyle oldu.)

Peki siz ne yaptınız?..

Gerekçeleriniz ne olursa olsun…

Yürüttüğünüz “Yetmez ama evet” kampanyalarıyla, verdiğiniz “Evet” oylarıyla…

Böyle bir rejimin kurulmasına yardımcı oldunuz!..

***

Her insan hata yapar…

Ve fakat…

Yaptığı hatayı anlayıp bi durur, bi susar, bi dönüp kendine bakar, bi başını önüne eğer.

Başkalarını suçlamadan önce bi suçluluk, bi anksiyete, bi pişmanlık duyar hiç olmazsa!..

Sonra da (mümkünse) hatasını telafi etmeye çalışır.

Siz ise…

Gelişmemiş süper egonuzun bastırmayı beceremediği hipertrofik ego patlamalarınız ve belli ki başa çıkamadığınız suçluluk telaşınızla sola, sosyalizme saldırıyor…

Battıkça batıyorsunuz.

Ayıp yahu, ayıp!..