Sıradaki yarışmacının bir harf seçmesi gerekiyor, “Diğer yeğenim Tolga’nin T’si.” diyor genç kadın. Bir önceki turda harf seçeceği zaman başka bir yeğeninin adının ilk harfini söylediği kolayca tahmin edilebilir. Tahmin edilebilecek bir başka şey de, yarışmacının harf seçeceği zaman rastgele seçmeyip aile fertlerinin adlarını düşünerek seçim yaptığı.

Biliyorsunuz, bu tür oyun ve bilgi yarışmalarında genel eğilim, sunucu ve yayın ekibi söyleneni doğru anlasın da herhangi bir ihtilaf çıkmasın diye harfin herkesin bildiği bir sözcük üzerinden kodlanmasıdır. Bu genellikle bir şehir ismidir. Bu nedenle, bir yarışmacının ‘t’ harfini söyleyeceği zaman Tokat, Trabzon vs hepimizin bildiği bir kent isminden hareket etmesi beklenir, yeğeni Tolga’dan değil…

Sorun sadece bu genç kadında değil; son zamanlarda izlediğim sözcük bilgisine dayalı TV yarışmalarının neredeyse hepsinde aynı ilginç ‘bireyci sapma’ yaşanıyor: “Eşim Ahmet’in A’sı” diyen mi dersiniz, “Annem Özlem’in Ö’sü” diyen mi, çalışma arkadaşının adıyla kodlama yapan mı, gırla!

Bunu ‘bireyci sapma’ şeklinde niteliyorum çünkü yazısız-sözsüz bir toplumsal uzlaşmayla birlikte geliştirdiğimiz, üzerinde ortak bilgi ve fikrimizin olduğu bir kodlama sisteminden uzakta, tamamen bireysel varoluş ve ilişkilerden beslenen bir akıl biçimi bu.

Bunu sorun etmek tuhaf görünebilir, görünmesin; hem özel yaşamın her şeyin önüne geçtiği, hem de epey hastalıklı bir mikro-mülkiyetçiliğin meşrulaşarak yaygınlaştığı ilginç günlerdeyiz. Gündüz kuşağında yayımlanan yemek programlarındaki yarışmacıların ifadelerini anımsayın lütfen: “Şimdi soğanlarımı alıyorum.”, “Biberlerimi doğruyorum.”, “Pirinçlerimi ıslattım, pilavımı yapıyorum.” Ve en fenası, “Etimi kavurduktan sonra üstüne ekleyeceğim.” Kurdukları cümlenin ne gibi anlamlar üreteceği konusunda hiç kafa yormuyor, sadece sözcüğün şehvetini yaşıyorlar: “Ben, ben! Benim, benim, benim!”

Birey olmak dünyanın en önemli ve zor işlerinden biridir; insanın görüp duyduklarını taklit ederek başladığı kimlik oluşturma sürecinin bir noktasında aile, okul, din gibi kurumların/ideolojik aygıtların kendisine sunduğundan farklı şeylerin peşine düşmesi, ‘kendini inşa etmesi’ gerekir. Her şeyin birbirine benzediği, herkesin aynı pozları vererek kendini var etmeye çalıştığı bir ‘selfie çağı’nda birey olmak daha da güçleşiyor ve yerini bu yeni tür bireyciliğe bırakıyor.

Bildiğimiz vahşi bireycilikten farklı, masum görünümlü ama daha yaygın ve hiç de masum olmayan bu ‘yeni-bireycilik’, neo-liberalizmin Türkiye gibi ülkelerdeki kültürel sonuçlarından biri olarak belirginleşiyor. Sürekli “Ben! Ben!” diyen, tüm yetkileri ‘şahsım’da toplama arzusuyla ülkeyi hiç acımadan düşman kutuplara bölen ‘başgan’ların çağındayız ne de olsa…

Ama enseyi karartmamak için yeterince nedenimiz var: Bu ‘ben’ çağında kendilerini iktidarın torna tezgâhının dışında bir yerde inşa eden, tüm farklılıklarıyla ‘biz’ diyebilen, sloganlarını sürekli bu ‘biz’ üzerinden kurgulayan -’Aşağıya bakmayacağız!’- Boğaziçi öğrencileri ve bu neo-liberal kayyum düzeni karşısında onlara destek veren herkes... Karşımızda bireycilikten uzak bireylerin var ettiği harika bir bütün var. Boğaziçi Direnişi, eski haliyle de neo haliyle de bireyciliğin başarılı olamayacağını gösteriyor.

TV programlarında ya da saray koridorlarında çok duyulacaktır tabii bu “Bennn!” sesleri, “Benimm rektörümün M’si!” nidaları; canımız da sıkılacaktır elbette. Ama madem ki “Aşağıya bakmayacağız!” diyor bu müthiş genç bireyler, öyleyse enseyi karartmayacağız, aşağıya bakmayacağız.