Geçen haftaki gazete yazımın ardından, bir “adanmış yürek” filmi olan Pawlikowski’nin “Cold War” filmini izledim, sinemacı bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine. Filmin şarkısının adı gibi iki kalbin birbirine adanmış hikâyesi, bütün o politik atmosfer içinde çarpıcı bir biçimde anlatılmıştı. Biri besteci, diğeri şarkıcı Wiktor ve Zula’nın hikâyesi, Yeşilçam filmlerindeki kavuşamayan âşıklarınkine benziyordu.

Cannes’da bu filmiyle en iyi yönetmen ödülü almış Pawlikowski’nin sinema dilinden ya da yaptığı politik göndermelerden çok, iki yetenekli sanatçının hayatlarını neredeyse bile isteye mahvedebilme isteğine dikkat kesilmiştim. Wiktor, çok başarılı bir besteci ve sahip olduğu koşullarda istediğini yapabilecek durumda. Zula da sesiyle herkesin arasından sıyrılıp kendini kabul ettiren güçlü bir kadın. Ün, para, güç umurlarında değil, tek istedikleri birlikte ve özgür olmak… Bu fırsatı yakaladıklarında da kolayca sabote edip aptalca şeyler yapmaları, adanmışlıkları ve aşkla ilgili yaşadıklarını düşünmeme neden oldu. Onların aşkını güçlü yapan ve bir hikâyeye dönüştüren şey, kavuştuklarında hissettikleri uzaklık ve yalnızlık, uzaklaştıklarında da türlü tehlikeleri göze alarak birbirlerini aramaları. Âşık olan herkes, bu çelişkiyi yaşamıştır mutlaka, bir şeyler eksiktir her zaman. Lacan’ın o meşhur “Aşk, sizde olmayan bir şeyi, bunu sizden istemeyen birisine vermeye çalışmanızdır” sözünü düşününce…

Aşkla ilgili her şey var filmde, tutku, bağımlılık, şiddet, yanılsamalar, zerafet, kabalık, seks, kıskançlık… Bütün bu başlıklar üzerinden bakınca, Wiktor ve Zula’nın birlikte olamayışlarının en önemli nedeni, bağlanma sorunu gibi duruyor, birbirlerine oldukları kadar bir ülkeye, ideolojiye ya da bir gelecek tasavvuruna bağlanamayış… Birbirlerine adanmışlıkları, sanki yaşadıkları umutsuzlukla ilgiliymiş gibi daha çok, geriye sadece aşklarının kaldığı… Zula’nın çocukken babasını öldürmeye kalkışmasına dair bilgi, idealizasyonla ilgili bir sorunu olduğu ve Wiktor’a karşı yaşadığı çelişkili duyguları bir parça açıklıyor.

Romantik tutkunun kaynağı nasıl cinsellikse, bağlılığı ve adanmışlığı yaratan da idealleştirmeler, aşkın iki ucu… Âşık olunan kişi, idealleştirmeyle eşsiz biri olarak görülür, büyülü bir biçimde. Sıradan birini yüceleştiren bu idealleştirme, aşkı tehlikelere açık hale getirir; çünkü her an büyü bozulabilir. Freud, idealleştirmedeki aşırı değer biçmeyi tehlikeli buluyordu bu yüzden, mitolojideki Narcissus’un hikâyesini anarak. Karşılıksız aşkta olduğu gibi, idealleştirme devam ettirilir ve büyü bozulmazsa kişinin benliğinden vazgeçmesine, hatta kendinden nefret etmesine neden olabilir; ama genellikle bu durum kısa sürer ve bütün o acılar, bir yas sürecinin yaşanmasıyla sona erer. Stephen A. Mitchell, Freud ve çağdaşlarının, dönemin coşkulu bilimselciliğine kapılarak, yanılsamalardan bütünüyle arınmanın gerekliliğine dair tespitlerini sorguluyordu “Aşk Sürebilir mi?” kitabında. Mitchell, “çıplak akılcılık” diye tarif ettiği bu durumun günümüzde pek karşılığı olmadığı görüşünde. İdealleştirme, bir ihtiyaç, hâlâ en çok dinlenen aşk şarkıları; çekilen filmlerin, yazılan romanların çoğunda aşk… Hatta magazin ünlülerinin hayatlarına ve yaşadığı aşklara yönelik ilgide de bu idealleştirme ihtiyacını görebiliriz. Peki ama neden aşka ve idealleştirmeye ihtiyacımız var? Psikodinamik açıdan insanın eşsiz, biricik olma ihtiyacıyla ilgili bir durum bu. Çocuk daha doğar doğmaz, tam da bu eşsizlik durumunu arar annesinde. Sevgililerin birbirlerine “yavrum” diye hitap etmesi ve birbirleriyle neredeyse bir bebek diliyle konuşmaları, tam da bu kökenle ilişkilidir. Ama bu ilişki, yaşanan bütün romantik ilişki sorunlarının da temelini oluşturur. Ya fazla ilgiyle sınır ihlalleri yaşamış ya da ilgi yoksunluğuyla terk edilme şemaları geliştirmiş olabilir kişi. İdealleştirmelere duyulan ihtiyaç da sıradan gerçekliğe teslim olmayı engelleyerek arzuları harekete geçirmesiyle ilgilidir.

Wiktor ve Zula, 1950’lerde değil de günümüzde yaşasalar ve karşılaşsalar, farklı olur muydu? II. Dünya Savaşı’nın ardından bilimin, sanatın, siyasetin ve dolayısıyla insana dair inancın sorgulandığı, savaşın yıkıcılığı ve hayal kırıklıklarıyla baş başa kalınan bir dönemde karşılaşmışlardı. Günümüzde ise teknolojinin etkisi ve post-truth diye tarif edilen, nesnel hakikatlerin insanların duygu ve kanaatlerini aşamadığı bir zamanın zorlukları… Yine âşık olurlardı bence. Turgut Uyar’ın şiirlerinde dile getirdiği gibi, aşk acısı bile güzeldir insan için, nefrete yol açmadığı sürece, umutsuzluğa bile bir sebep vererek…