Çocukluk hayalim olan üç meslekten, kamyon şoförlüğü dışındaki gazetecilik ve üniversite hocalığını profesyonel olarak yaptım, yapıyorum. Tutkuyla bağlandığım bu iki mesleğin halini gördükçe, bir “asfalt kovboyu” olup, bitip tükenmez yollarda kendimi dinleyerek direksiyon sallamadığıma hayıflanıyorum.

Gazetecilik ve üniversite hocalığı hayalimin temellerinde toplumsal sorumluluk duygusu vardı. İlkokul yıllarından itibaren, ilkokul öğretmeni babamın da etkisiyle beni saran, ülkeye ve halka yararlı şeyler yapma duygusu…

Geçen gün, arkasında unutulmaz izler bırakmış bir hocamın, onca gurur duyulacak eseri arasında özel bir yeri olduğunu hissettirerek 1986 baskısı Aydınlar Dilekçesi Davası kitabını elinde sallayışına tanık oldum.

Bazı meslekler doğası gereği “aydın sorumluluğu” gerektiriyor. Her hayat da arkasında bıraktığı izlerle hayat oluyor… Kimileri için utanç, kimileri için gurur vesilesi olan izlerle…

5 Mayıs 1984’de, 12 Eylül darbesinin boğucu atmosferi tüm kasvetiyle hüküm sürerken, bin 383 sanatçı, gazeteci, yazar ve üniversite hocasının imzaladığı “Türkiye’de demokratik düzene ilişkin gözlem ve istemler” başlıklı, “Aydınlar dilekçesi” olarak anılan 6 sayfalık metin Cumhurbaşkanlığı ve Meclis Başkanlığı’na sunulmuştu.

İmzacılarından 59’u Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Nolu Askeri Mahkemesi’nde yargılandı sonra.

Aziz Nesin, yayın yasağı konulan savunmasında; “Bu dilekçe, dili, biçimi, düşüncesi, niteliği ve özü bakımından Cumhuriyet tarihinin en önemli belgelerinden biridir” demişti.

İmzacılardan kimi yargılanırken, kimi de “tanık” olmuş; “Dilekçeyi kahvede pişpirik oynarken imzaladım, içeriği hakkında bilgim yoktu”, “Kiracıyım, sosyal konut diye imzaladım” demişlerdi. İçeriğine katılsa da “bir yararı olacağına inanmadığı için” imzalamayanlar da vardı.

İmzalayanlar, imzalamayanlar, imzasını savunamayanlar, imzalayanları “vatan haini” ve “ahlak yoksunu” ilan eden Kenan Evren… Hepsi arkalarında bıraktıkları izle tarihteki yerlerini aldı! Kimileri “aydın” olarak, kimileri de…

O dilekçeyi bulup okuyun, sanki bugün yazılmış gibi, özgür basının öneminden, özerkliği yok edilen üniversitelerin “atamalarla oluşturulan aşırı yetkili bir kurulun buyruğuna verilmesi”nin yıkıcı etkilerinden söz edildiğini göreceksiniz.

Liyakatin önemsenmediği atamalarla genel yayın yönetmeni, dekan, rektör olabiliyorsunuz ama “aydın”lık atanarak olunacak bir şey değil. Onu ancak duruşunuz ve yaptıklarınızla hak edebiliyorsunuz!

Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim üyesi ve Türk Tabipleri Birliği COVID İzleme Kurulu üyesi Prof. Dr. Kayıhan Pala, 21 Nisan’da, Covid-19’dan başka bir şey konuşamaz olduğumuz günlerde, kendi uzmanlık alanında bir aydın sorumluluğu ile konuşmuş ve “Türkiye’de henüz salgının tepe noktasını görmediğimizi düşünüyoruz” demişti.

Bursa Valiliği; sözlerinin “halkı yanlış bilgilendirmek” ve “paniğe yönlendirici açıklamalar yapmak” olduğu iddiasıyla Prof. Pala’yı savcılığa ihbar etti. Savcılık görevsizlik kararı verdi ama üniversite yönetimi Prof. Dr. Pala hakkında soruşturma başlattı!

Tarih 5 Mayıs 1984 olsaydı, belki bin 383 üniversite hocası seslerini yükselterek bu soruşturmaya tepki gösterirdi. Ne yazık ki, 1980 darbesinden 40 yıl sonra daha çok suskunluk hâkim üniversiteye!

Prof. Dr. Pala, görev ve uzmanlık alanında, sorumluluk gereği konuştu. Konuşarak o, soruşturmalarıyla onu soruşturanlar, suskunluklarıyla da bütün bunlar olurken susanlar arkalarında birer iz bırakıyorlar.

Bugünlerden geriye yalnızca bıraktığımız izler kalacak; utançla ya da gururla anılacak izler!