Eskimiş dünyanın çöküş zamanları... Her yer toz duman, acı... Eski model bir korku üretme makinesinin dişlilerinde parçalanan hayatlar ve insanları yiyerek beslenen zombilerin linç çeteleri... Çöküş, her zaman ürkütücüdür, yıkımı arzular çünkü kendisiyle birlikte her şey yok olsun ister. Gözleri cesetlerden başka bir şey görmeyen zombiler belirir çöküş hızlandıkça. Bir zombiyi, parkta müzik yapan gençlerin üzerine saldırırken görebilirsiniz mesela. Sevişenlerden ve sevişmeye dair her şeyden nefret ettikleri için, tecavüze inanırlar. O kadar mutsuz ve çaresizdirler ki, dünyevi olan her şeyden tiksinirler, tiksindikçe vücutları birer bombaya dönüşür.

Zombilerle yaşamak mümkün değildir, içlerindeki nefretin bulaşıcılığı tehlikelidir çünkü. Çoğalmalarını engelleyecek tek şey, korku üretme makinelerinin yok olmasıdır. Toplumlarda korku umudun önüne geçerse, hayat yorgun düşer, şiir ve müzik tükenir, her şey hızla anlamını yitirir. Bütün bunlara sebep, her şeyi alınır satılır bir sömürü nesnesine dönüştüren bu bozuk, çürümüş, eskimiş düzenin kendisidir. Bu düzen, ya tüketim çılgınlığına kapılmış, önüne konan her şeyi, ağaçları, nehirleri, madenleri yiyen ya da cesetlerle beslenen zombiler yaratır. Aşkı tüketmek için yaşayanla aşktan nefret eden arasında aslında pek çok ortak noktanın olması gibi.

Uykusuz bir Türkçeyle oturmuştum bu yazının başına da... Cemal Süreya’nın “Sesinde ne var biliyor musun / Söyleyemediğin sözcükler var” diye biten şiirinde geçiyordu “uykusuz Türkçe” sözü… Bugünlerde kiminle konuşsam, söylenemeyen sözcüklerin ağırlığını daha çok hissediyorum. İçimize hapsettiğimiz şeyler çoğaldıkça söylenemeyen sözcükler de ağırlaşıyor. Uçlara savrulan hayatlarda görebilirsiniz o ağırlığı, öfkeleri beklenmediktir, yalnızlığa tahammülsüzdürler, yüzeyde basit bir hayat sürdükçe batmayacaklarını sanırlar, kimseye inanmazlar, kendilerine bile, gerçeklik duygusu yavaş yavaş kaybolur, yaşamak uğruna içlerindeki en değerli şeylerden vazgeçtikçe yüksüzleştiklerini, hafiflediklerini sanırlar, ama boşluktan daha ağır bir şey yoktur…

Turgut Uyar’ın şiirindeki dizeler düşüyor çalıştığım masaya, yağmurdan önce, “ölesiye çalıştın ya da hiç çalışmadın / hiçbir sevinç –sevinç ne- hiçbir şey yok / şu gecenin ucunda / ve öteki boşluklar ürpertiyor insanı / tek başına olmanın dengesine vurunca / evet şimdi ne var bakalım avucunda: / dövüş mü, yenilgi mi, bir bulut parçası mı…” Elimde bir bulut parçası olmalı ki, bu satırları yazarken birden bardaktan boşanırcasına yağmur başlıyor. Gerçek bu… Gökyüzü ikiye bölünüyor… Silvan’dan çatışma haberleri geliyor sonra, ilçe kuşatılmış, elektiriği, telefonu kesilmiş, sokağa çıkmak yasaklanmış, olağanüstü bir askeri sevkıyat var. Turgut Uyar’ın dediği gibi “gülü değil ölüyü gözlüyorlar…” Bu dizeyi içimden tekrarlayarak ikiye bölünen gökyüzünden sızan yağmuru izliyorum.

Çöküşün yıkıntılarından bizi kurtaracak tek şey, başka bir dünyayı hayal etmek. O hayale sıkı sıkıya sarıldığımız sürece, zombileşmeden yaşayabileceğiz. Ama ne zor şimdi, böyle bitmeyen ölüm haberleri, işkenceler, iğrenç iktidar hesapları arasında hayallere sarılmak… Tim O’Brien’ın “Taşıdıkları Şeyler” romanındaki gibi haykırasım geliyor böyle anlarda: “Her şeye körü körüne, düşünmeden teslim olmalarından ne kadar tiksindiğimi haykırıyordum onlara; aptal milliyetçiliklerinden, gurur duydukları cehaletlerinden, ya-sev-ya-terk-et palavralarından…”

Yağmur gittikçe şiddetini artırıyor. Pessoa’nın, “Yazıyorum ve önümde yağmur karanlığı bir manzara var” diye başlayan yazısındaki gibi hissediyorum: “Ötemde, binlerce soruna yapışıp kalmış insan kitlesi kaynaşıyor: Düğümleri kılıçla kesip atıyorlar, konserve kutularını kapalı bırakarak açıyor ve açtık diyorlar, ya da masa örtüsünde açılan deliğin üzerine hemen pis bir bez örtüyorlar.” Badiou’nun, “mutlak bahtsızlığın ardından gelen isyan” dediği şeyi özlüyorum yağmurda ıslandıkça, o pis örtülerin kaldırılıp atılacağı… Daha fazla başımıza ne gelebilir diye düşünüyorum sonra, bahtsızlığın dibine varmadık mı daha?