Başakşehir geçen gece UEFA Şampiyonlar Ligi’nde Paris Saint-Germain’e karşı oynarken bir tavır aldı. Maçın başında sahayı terk etti ve bir daha dönmedi. Alkışlanası bir tavır!

Aslında alkışı hak eden sadece Başakşehir değil. Paris Saint-Germain aynı zamanda, hatta daha fazla. Onlar da son derece kararlı bir şekilde “NO TO RACISM / IRKÇILIĞA HAYIR” diyerek sahayı terk ettiler.

Çoğu zaman bir savaş alanına döndürülen ve savaş diliyle anlatılan bir futbol sahasından, savaşın değil ama oyunun iki tarafı olarak, karşısındaki yenmek için değil ama karşısındaki ile birlikte bir kötülüğü yenmek için oyunu bıraktılar.

Alkışlanacak olan budur!

İzlemedim ama okuduklarımdan anladığım; Başakşehir’in yardımcı antrenörü Pierre Webo’ya kırmızı kart göstermesi için orta hakeme seslenen 4. hakem Constantin Sebastian Coltescu, Başakşehir kulübesini işaret ederek; “Oradaki siyah. Git ve kim olduğuna bak. Oradaki siyah adam, böyle davranamaz” diyor.

Coltescu’nun savunusu itiraf gibi, özrü kabahatinden büyük misali; “Ben negro değil, negru dedim. Rumence’de negru, siyah adam demek. Kendisine hakarette bulunmadım.”, demiş.

Demba Ba’nın Coltescu’ya söyledikleri ise tam anlamıyla ders; “Hiçbir zaman ‘Bu beyaz adam’ demiyorsun. O zaman niye Webo’dan ‘Bu siyah adam’ diye bahsediyorsun?”

Beyaz demiş, siyah demiş, negro/zenci demiş ya da “negru” demiş ne önemi var mı diyeceğiz?

Asla!

Ağzımızdan çıkanlar, kullandığımız dil bizi biz yapan şeyler. Dil, yalnızca bir iletişim aracı değil. Onun ötesinde, bizi belirleyen, bize şekil veren, toplumsal güç dağılımının üretilmesini ve sürdürülmesini sağlayan en etkili araç. Toplumsal bölünme ve kutuplaşmaların, eşitsizlik ve uçurumların yaratıp sürdürülmesinde de en önemli rolü o oynuyor.

O yüzden bir maçta bir hakemin “negro” ya da “negru” demesine karşı tepkinin sadece sözün hedefindekinden değil, ona rakip olanlar da dahil herkesten yükselmesi alkışlanacak bir şey.

Simone de Beauvoir’ın, toplumsal ilişkilerin ve dilin de belirlediği bir duruma işaret ederek söylediği “Kadın olarak doğulmaz, kadın olunur” sözünü ödünç alıp genişletebiliriz. Kötü/hırsız/yalancı/diktatör olarak doğulmaz, olunur ve o olma yolculuğunun en etkili eşlikçisidir dil.

Hakem Coltescu’nun diline, bizimle birlikte Fransız medyasının da karşı çıkması bir başka güzel. Fransız gazetelerinin “Irkçılık utandırdı”, “Oyuncular ırkçılığa dur dedi” manşetleri, ayrımcı ve düşmanlaştırıcı dilin yaygın olduğu spor medyası için de örnek niteliğinde.

Keşke Erdoğan da; ırkçı sözleri şiddetle kınadığı, “#Notoracism” dediği, “Sporda ve hayatın tüm alanlarında ırkçılığa ve ayrımcılığa kayıtsız şartsız karşıyız” tivitiyle kalsaydı. Fransız bile olmayan bir hakemin sözlerini, “Fransa’nın son dönemdeki ırkçı yaklaşımlarının yeni bir ifadesi” ilan etmeseydi.

Ne yazık ki, Türkiye’nin bugün yaşadığı acı verici bölünmüşlük ve kutuplaşmanın yaratılıp sürdürülmesinde siyasetin dilinin payı büyük. Kullandıkları dil, o dili kullanan siyasetçileri oldukları şey yaparken, memleketi de bu dokunsan patlayacak hale getiriyor.

Ana muhalefet liderini en ağır küfürlerle tehdit eden mafya mektubunun dilini savunmak, vatandaşa “gavat” diye seslenmek, siyasi rakibini düşman ilan edip her durumda “alçak” diye çakmak, sonunda o dilin sahiplerini de şekillendiriyor.

Dilin hayatın her alanındaki bu dönüştürücü ve yeniden üretici gücünü düşününce de, bir futbol sahasını, birbirini yenmeye çabalayan iki rakip olarak değil de, aynı kötüye karşı birlikte duranlar olarak terk edenleri selamlamak gerekiyor!