“Yazıklar olsun, yazıklar olsun / Kaderin böylesine, yazıklar olsun / Her şey karanlık, nerde insanlık / Kula kulluk edene yazıklar olsun / Batsın bu dünya, bitsin bu rüya / Ağlatıp da gülene, yazıklar olsun / …” Kader kısmına itirazım olsa da şimdi bu şarkının zamanı!

Covid-19 pandemisi, içinde yaşadığımız “uygarlığın” tüm eşitsizliklerini, adaletsizliklerini, çirkinliklerini ve hoyratlığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi.

Kırk yıldır devletlerin yolsuzluğa batık çürümüş yapılar, tek çarenin de “pazar” olduğunu ve ancak özelleşerek güzelleşebileceğimizi anlatan neoliberal masalın çöküşüne tanık olduk.

Virüsten kurtulmak için eteğine sarılınan devletler ise çoğu yerde “özelleşmişti” ve bu türden bir krize karşı hiç hazırlıkları yoktu!

Batı merkezci, kapitalist modernleşme anlayışıyla kurduğumuz bir uygarlığın kendisi ile birlikte insanlığı da yok oluşa sürüklediğini gayet net gösterdi pandemi.

80’lik Portekizli sosyolog Boaventura de Sousa Santos’a göre bir yol ayrımına geldik ve önümüzde, ikisi hiç hayırlı olmayan üç senaryo var:

Bir; hali hazırdaki kafa karışıklığımızla, ikna edici bir alternatif de ortaya konulamadığı için, düne ait referanslarla ilerleyerek, kapitalizmin demokrasiye galebe çaldığı daha baskıcı rejimlere ulaşmak.

İki; bir şeyleri değiştiriyormuş gibi yaparak, “mış gibi yaparak”, sağlık sistemlerine biraz daha kaynak ayırıp, sosyal yardımları biraz daha artırarak, ama üretim-tüketim ilişkilerine hiç dokunmadan ilerlemek. 20 yıl dayanacak cep telefonlar, bilgisayarlar yapabilecekken, 1-2 yılda eskiyenleri yapıp tüketerek toprak anayı ölümcül bir şekilde zehirlemeyi sürdürmek. Yani, kapitalizm ve demokrasinin bir arada olamadığını göz ardı ederek ve aslında hiçbir şeyi değiştirmeden, belli sonumuza ilerlemek.

Üç; alternatif yaratmak. Batı merkezci kapitalist modernleşme modelinin sonunun geldiğini kavramak ve onun yerine dayanışmacı, paylaşımcı, eşitlikçi, özgürlükçü, doğaya ve farklılıklara saygıya dayanan yeni bir uygarlık modelini önermek. Kuşkusuz bu, ne bugünden yarına olabilecek ne de eski uygarlığın kazanımlarının tümünü çöpe atarak olacak. Ancak, bugün başlamaz ve yarını beklersek çok geç kalmış olacağız.

Aslında, mevcut uygarlığımızın ilkel ilan ettiği kimi toplulukların daha dayanışmacı ve kolektivist bir geleceğe ışık tutacak pratikleri de vardı. Misal, Afrika’nın “Ben, biz olduğumuz zaman benim” diyen dayanışmacı ahlakı ve felsefesi Ubuntu.

Bu “ilkel”in karşısındaki halimizden mevcut uygarlığımızın kimi kurumları bile dehşete düşmüş halde. İşte; Dünya Sağlık Örgütü, aşı uygulamalarının dörtte üçünün dünyadaki zenginliğin yüzde 60’ına sahip 10 ülkede gerçekleştiğini, 2.5 milyar nüfuslu 130 ülkede tek doz aşı yapılamadığını, salgına karşı tüm dünyada eş zamanlı mücadele verilmezse başlangıç noktasına dönüleceğini ilan etti.

Tam da bu nokta, dünyanın her yerinde ortak üretilip bütün insanlara ücretsiz sağlanabilecek bir aşının belli ilaç ve kimya şirketlerinin milyarlar kazandığı bir tür “sıvı altın”a dönüştüğü nokta.

1955’te bulduğu çocuk felci aşısına, onun insanlığın malı olduğunu söyleyerek ve dudak uçuklatacak bir servete boş vererek patent almayı reddeden Jonas Edward Salk’tan bu yana kat ettiğimiz yolda aşı, onu üretenler için “sıvı altın”a dönüştü.

COVID-19 bize daha pek çok pandeminin gelecek olduğunu ve bir başka uygarlık yaratamaz da altın peşinde koşulan “vahşi Batı”ya dönersek, toplumsal düzeyde örneklerini gördüğümüz dayanışmacı modelleri, buna şiddetle direnen siyasal düzeye taşıyamazsak kendi kendimizi de yok edeceğimizi anlatıyor.

Anlarsak!