Edward Lee’nin Haunted House (Perili Ev) adlı kitabındaki aynı isimli öyküde Başkan Burnet, gecenin bir vakti Beyaz Saray koridorlarında karşılaştığı şişman ve çıplak hayalet –eski başkanlardan Lyndon Johnson’ın hayaleti- bacağına işedikten sonra ortadan kaybolurken isyanını böyle dile getiriyor

 “Niye idrar da yok olmuyor ki?!”

Edward Lee’nin Haunted House (Perili Ev) adlı kitabındaki aynı isimli öyküde Başkan Burnet, gecenin bir vakti Beyaz Saray koridorlarında karşılaştığı şişman ve çıplak hayalet –eski başkanlardan Lyndon Johnson’ın hayaleti- bacağına işedikten sonra ortadan kaybolurken isyanını böyle dile getiriyor. Burnet’ın başkanlığının ilk gününden itibaren her gece eski başkanların grotesk hayaletleriyle karşılaştığı Beyaz Saray artık tam bir perili evdir; Thomas Jefferson’ı bahçede birisini ısırarak öldürürken, Jimmy Carter’ı bir çocuğun kanını emerken, tarihin en şişman başkanı Taft’ı buzdolabının önünde tıkınırken yakalar.

Lee’nin hepsi de Beyaz Saray’da geçen komik ve iğrenç korku öykülerinde ABD başkanlarını çok tuhaf biçimlerde görüyoruz. Mesela kasık bitlerinden muzdarip başkan -sonradan bir radyasyon kazası nedeniyle başkanın bitkiye dönüşmeye başladığı, asıl rahatsızlık kaynağının da kasık değil yaprak bitleri olduğu anlaşılıyor-, tüm devlet sırlarını patır patır mırıldanan 92 yaşındaki alzheimer hastası başkan, tarihe ‘başarılı’ olarak geçebilmek için ruhunu şeytana satmayı kabul eden başkanlar vs.

Edward Lee’nin öykülerinin aslında çok önemsenecek bir tarafı yok tabii; genellikle basit (pulp) ve aşırı (extreme) korku öyküleriyle tanınan popüler bir yazar, bu sefer konu olarak bir seri katil ya da Amerikan köylüsü yerine ABD başkanını seçiyor, o kadar. Ama bizim için sadece ‘o kadar’ değil maalesef...

Demokrasi ve laiklik gibi çok temel insani/toplumsal değerlerin tarihsel düzeyde özümsenemediği bizimki gibi ülkelerde yönetimsel makamlar sürekli bir kutsallık halesi içinde algılanmıştır. Doğal tabii, Anadolu’nun uzak bir köyünde yaşayan insanın gözünde payitaht ve padişah Kaf Dağı’nın ardındaki büyülü diyardan ve masal kahramanlarından çok da farklı değildir -sıradan insanların kral ve prenslerle karşılaşma fırsatı bulduğu Batı masallarının tersine Anadolu (genel olarak Doğu) masallarındaki padişahlar gibi: İbadethanede hutbelerin adına okunduğu yüce halife; ‘sultanımız efendimiz ulu hünkârımız’; dokunamayacağınız, ulaşamayacağınız, lutfedip Cuma selamlığına çıkmazsa göremeyeceğiniz ama yeri gelince uğruna hayatınızı feda etmeniz gereken insanüstü varlık... Rejim cumhuriyete dönüşmesine rağmen insanların bir türlü cumhur olamadığı Türkiye’de bu algı neredeyse hiç değişmedi; kaymakam, vali, paşa (komutan), başbakan, cumhurbaşkanı hep aynı kutsallık ve dokunulmazlığa sahip kılındı. ABD’yi kuranların örneğin Buckingham Palace (Buckingham Sarayı) gibi bir adlandırma yapabilecekken bundan özellikle kaçınıp White House (Beyaz Ev) –Tarık Günersel’in hoş önerisiyle ‘Ak Ev’- dedikleri bina da bu yüzden ‘saray’ olarak Türkçeleşti zaten -görmüşsünüzdür, 10 Ağustos seçimleri sırasında internette Ahmet Necdet Sezer hakkında yapılan tartışmalar da hep bununla ilgiliydi: Trafik kurallarına uyan, markette alışveriş yapan, ailesiyle sık sık kamusal alanlarda görülen, ailesinin bir tek bireyini bile akçeli işlere bulaştırmayan, son derece mütevazı bir hayatı olan cumhurbaşkanı Batı’da ‘normal’ ve ‘zaten olması gereken’dir, Türkiye’de ise ‘makamın hakkını veremeyen’ kişidir... Sonuç olarak, böyle irrasyonel bir toplumun kutsallığını tartışmaya asla yanaşmadığı bu makamları işgal edenlerin kötülükleri sorgulanamaz, yolsuzlukları yargılanamaz hale geldi.

Lee’nin öykülerini RTE’nin Cumhurbaşkanlığı yemin törenini izlerken anımsadım. Tam da sürekli iyi hatipliği vurgulanan, prompter nutuklarından bildiğimiz kadarıyla okuması da düzgün olan bu şahsın yemin metnini okurken ‘hukukun üstünlüğü, demokrasi, Atatürk ilke ve inkılapları, laik cumhuriyet ilkesi’ gibi varoluşsal düzeyde kavgalı olduğu maddelere gelince takılıp yanlış okuduğu an –‘inkılaplarına’ sözcüğünü resmen ‘ankilaplarını’ diye okudu!

Ama bana Lee’i anımsatan bu anlamlı sürçme değildi; ekrandaki adam önündeki kağıda değil de ellerine bakıyormuş gibi geldi bir an, sanki “Niye yok olmuyor bu kan?!” diye düşünüyordu.