Siz okurken değil ama ben bu satırları yazarken iki önemli gün bir arada: Bayramın ilk günü ve Dünya Barış Günü.

Bu günlerde, eh artık eski bayramları anlatacak kıvama da geldim, ne çok severdim çocukluğumun bayramlarını anlatmayı. Anamın sabah namazı öncesi yemek hazırlığı için kalkışından, nohutlu pirinç pilavı üzerine tereyağını cassss diye döküşünden, o koku ile uyanışımdan söz etmeyi...

Hadi gel de yaz bunları şimdi. Gel de boğazına düğümlenmeden iki lokma ye… İki gencecik insan; Nuriye ve Semih, tam 179 gündür açken. Açlıklarının 200’ncü gününe ve adım adım ölüme giderlerken. Dizlerinde derman, gözlerinde fer kalmamışken… Kulaklarında bir uğultu varken sadece…

Bu memleketin kültüründe bayramlar; barışma, affetme, kucaklaşma günleriydi. Kindar ve dindar bir kültürü yukarıdan aşağı dayatan iktidarların bayramlarında bunlar yok artık!

Bir yanımızdan her gün ölüm haberleri geliyor. Kaç Barış Günü, kaç bayram geçti, gencecik insanlarımızı bir kör savaşa kurban veriyoruz hâlâ!

OHAL’de KHK’lerle yönetilen ülkede; koşar adım uçuruma doğru gidiyor; barıştan, bayramlardan hızla uzaklaşıyoruz.

Milletvekilleri hapis; milyonlarca vatandaşın oyunu almış partinin genel başkanı Selahattin Demirtaş’ın dosyası, yargılayacak bir mahkeme bulunamadığı için oradan oraya savruluyor. O hep içeride ama! Ne kadar olabiliyorsa, kutlu olsun bayramı!

Dört duvar arasındaki gazetecilerin sayısı 170’i geçti. Dünyanın en büyük gazeteci cezaevi olarak anılıyoruz!

Mahir, BirGün’ün Mahir Kanaat’ı, o içerideyken doğan bebesini kucaklayamadan tam 228 gündür yatıyor. Bebesini kucaklayıp kokladığı bayramlara kavuşmasını diliyorum!

Cumhuriyet’ten meslektaşlarımız kargaları hukuka güldüren bir iddianameyle 306 gündür içeride. Çok daha uzun zamandır yatan gazeteciler var. Selam olsun hepsine!

Gazeteciliğin en “şık” halini kişiliğinde cisimleştiren sevgili Ahmet Şık’ın şahsında içerideki tüm meslektaşların bayramını kutluyor; cesaretle gerçeği savunan, doğruyu söylemekten ödün vermeyen arkadaşlarımı sevgiyle kucaklıyorum.

Pilava dökülen tereyağın casss sesinden yeniden keyif alacağımız bayramlara onların direnciyle ulaşacağız!

Ve selam olsun Miroslav Milankoviç’e, bizden uzak yerlerde kendini kendi elleriyle toprağa düşüren o delikanlıya!

Her Dünya Barış Günü’nde hikâyesini yazmaya yemin ettiğim Miroslav’ı hatırlarsınız. Bir kez daha sözümü tutuyorum bugün:

Miroslav Milankoviç adını ilk kez 1992 yılında bir gece, Belgrad’da, Sırbistan Cumhurbaşkanlığı önündeki binlerce mumla aydınlatılmış küçük parkta, İvana Balen isimli barış eylemcisi bir genç kızdan duymuştum. ‘20 Eylül’dü’ diye başlamıştı anlatmaya. ‘Orduya yeni katılmış bir grup asker arasında tartışma çıktı. Grubun yarısı silahlarını bırakmayı ve savaşmamayı öneriyordu. Diğerleri ise büyük bir savaşma arzusu içindeydiler. Miroslav karar veremiyordu. Ya savaşa gidip dün arkadaşı, komşusu olan insanları öldürecek ya da savaşa gitmeyip vatan haini damgasını yiyecekti. O ikisini de yapmadı, yapamadı... Ne Tovarnik’e, cepheye doğru yola çıkanlara katılabildi, ne de silahını bırakanlara. O gün, kendini Sid kasabasının hayvan pazarında vurdu. Biz de Miroslav Milankoviç’i barış hareketinin sembolü olarak seçtik. Eğer dur diyemezsek, bu savaş makinesi hepimizi yutacak.

Beni en fazla etkileyen savaş ve barış öyküsüdür bu. Yugoslavya’nın parçalanması Yugoslavların kolektif intiharı oldu bir anlamda. Milankoviç’in öyküsü de, o kolektif intiharın trajik bir örneğidir yalnızca.

Keşke ders alabilsek! Keşke genç ölülerimizin bizleri uyaran seslerini duyabilsek!

Öyle çok Milankoviç var ki bizde!

Ve Cizre’nin, Silopi’nin, Sur’un yerle bir edilen evlerini, o evlerin altında kalan çocuklarını göremezsek… Derelerin gözyaşını göremezsek Karadeniz’de, yok edilen ormanların çığlığını duyamazsak... Laik ve bilimsel eğitimin mezarına toprak atanları durduramazsak… Hep birlikte, bir arada ve özgürce yaşayacağımız bir ülke kuramazsak, daha niceleri olacak, kim bilir!

Artık Milankoviçler olmasın, mutlu bayramlarımız olsun!