“FLEABAG”, “Killing Eve”, “Better Things” ve daha pek çok TV dizisindeki kadın karakterlerin özgünlüğü dikkat çekici. Yerli dizileri takip etmediğim için bizde durum ne bilmiyorum. Ama bu üç dizide de kadın karakterler hata yapmaktan çekinmeyen, kendini hesapsızca yaşayan, duygularıyla teslim olmadan temas eden, yetişkin ve çocuk yanlarıyla uyumlu, erkeksi davranmadan da yeri geldiğinde sert olabilen, […]

“FLEABAG”, “Killing Eve”, “Better Things” ve daha pek çok TV dizisindeki kadın karakterlerin özgünlüğü dikkat çekici. Yerli dizileri takip etmediğim için bizde durum ne bilmiyorum. Ama bu üç dizide de kadın karakterler hata yapmaktan çekinmeyen, kendini hesapsızca yaşayan, duygularıyla teslim olmadan temas eden, yetişkin ve çocuk yanlarıyla uyumlu, erkeksi davranmadan da yeri geldiğinde sert olabilen, sınırlarını koruyan, neşeli oldukları kadar hüzünlü ve sahici bir varoluş sergiliyorlar. İzleyince, bir biçimde cazibelerine kapılmamak imkânsız, ama bu cazibenin sırrı ne?

Bu kadın karakterlerle ilgili narsisistik olduklarına dair dış basında bazı makalelere de rastladım. Ben-odaklı bu yaşam tarzını eleştirenler de, övenler de var. Güçsüzlüklerini, keyifle kendilerine ve çevrelerine sergilemelerindeki inançlı duruşları mı bu cazibeyi yaratıyordu? Dünya etraflarında dönüyordu, çünkü ben-odaklı, yaşamlarını bütünüyle çocuklarına ya da topluma adamaksızın her türlü bağdan ve zorunluluktan sıyrılmış ya da sıyrılmaya çalışan bu kadınlar, hayata ironik bir biçimde bakıyor ve büyük anlatıların hiçbirine inanmıyor gibilerdi.

Gerçekte, yani tüketim toplumunun gerçek ben-odaklı insanları ise, güçsüzlüklerini aşırı telafi edici “yapma”ya dair uğraşlarla, alışverişlerle, fantezilerle gizlemeye ya da yok saymaya çalışmıyorlar mıydı? Belki de bu TV dizilerinin senaristleri, varoluş sancısı yaşayan günümüz ben-odaklı insanlarının yapamadıklarını yapan karakterler yaratarak bu cazibeyi sağlamışlardı. Bu tür diziler, gündelik hayata farklı bir gözle bakabilmenin olanaklarını sunuyordu bu sayede; kaygılanılan konuların pek de o kadar önemli olmayacağı hatta komik bile sayılabileceği gibi bir his yaşatarak…

Peki, psikoterapi de ben-odaklı bir yaşam olanağı sunmuyor muydu, tıpkı bu dizilerin yarattığı ya da amaçladığı yaşam tarzındaki gibi. Psikoterapide, geçmişteki ve gelecekteki gerçekliğin sorgulanarak kişinin kendini tanıması ve güçsüzlüğe yol açan nedenleri keşfederek “ben” becerilerini güçlendirmesi beklenir. Ama “ben becerilerinin güçlenmesi”, ben-odaklı bir yaşam tarzına neden olmaz. Zaten bu dizilerde de, örneğin “Fleabag”de kız kardeş, “Killin Eve”de bir aşk, “Better Things”de çocuklar, “ben-odaklı” yaşamın sınırlarını da gösteriyor. İnsan, ilişkisel bir varlık ve kendisiyle yetinemez. Ama tüketim toplumunun tecrit edilmiş ve “ben-odaklı” yaşamaya itilmiş insanları, yalnız kalınca saatlerce televizyonun karşısında oturmayı, kulaklığını takıp iç sesini bastıracak yükseklikte müzik dinlemeyi ya da playstation’la oyun oynamayı tercih ediyorlardı. Hayatlarını bu dizilerdeki karakterler gibi eğlenceli ve sürükleyici bir hale dönüştüremiyorlardı. Çünkü gerçek dünya başkaydı, kurmaca dünya başka… Gerçekliğin verili, sınırlayıcı, olumsuz yönleri ve bu yönlerin neden olduğu edilgenlik, çaresizlik, güçsüzlük ve yalnızlık duyguları yadsındıkça, psikolojik sorunlar da başlıyordu. Her konuda karşımıza çıkan atölyeler, kurslar, gruplar aracılığıyla belki “yapma becerileri” geliştirilerek gerçekliğin neden olduğu olumsuzluklar kısmen dengelense de “olma”yla ilgili yaşanan eksiklikler giderilmeden özerk bir varoluş sağlanamıyordu. Bu tür dizilerdeki gibi çok sayıda kişiyle romantik ilişkiler yaşama becerisine sahip olunabilirdi ama gerçek bir ilişki, bu beceriden daha fazlasını gerektiriyordu; kendini bir başkasına bırakabilmeyi, yok olma, kaybolma, yutulma endişesi yaşamadan. Bu tür dizilerde de kadınların yaşadığı romantik ilişkiler bir çarpışma ve geri çekilme şeklinde yaşanıyordu sık sık. Ben-odaklı yaşarken bunu yapabilmek, pek mümkün değildi. Ancak, benliğinin sınırlarını sağlam bir biçimde kurabilmiş biri bunu başarabilirdi, kendini bırakıp sonra da geri çekilebilmeyi, dağılmadan…

Belki de bu türden diziler, başka türlü bir hayat ve varoluş arzusunun dışavurumu olarak, yeni bir dönemin habercisidirler, kadınların öncülük edeceği…