Ülke siyasetinin ana sorunu yürürlükte olan rejime doğru tanı konulmamasıdır.

Tanı konulmayınca iktidar ile muhalefet arasında, özden çok uzak, yüzeysel ve karşılıklı suçlamalar havada uçuşuyor; siyaset, kör dövüşüne dönüşüyor.

Gerçekte, yalnız siyasette değil, basın yayın ve üniversite başta olmak üzere her alanda yaşanan büyük “düşünsel kısırlık” toplumu karartıyor.

YANLIŞ TANI ISRARI

İktidarın neredeyse tüm yaptıkları, uzunca bir süredir, Başkan Erdoğan’ın “hırsı; inadı; ısrarı; duygusallığı ve ruh sağlığı” ile başlayan yorumlarla açıklanıyor.

Erdoğan’ın davranışları karşısında “Allah akıl fikir versin” diyenler de oluyor “çürük zihniyet” diyenler de; eski AKP’liler tam bir bilinçsizlikle “anlam veremediklerini” söylüyor. Sıklıkla İngiliz Tarihçi Lord Acton’ın (1834-1902) şu sözlerine başvuruluyor: “Güç bozar, mutlak güç ise mutlaka bozar”.
Haksızlık olmasın; ortak bir yaklaşımla rejimin “tek adam” ya da “şahsım” rejimi olduğu tekrarlanıyor. Ancak, bunun nasıl oluştuğu ve dahası içeriği tümüyle bir tarafa bırakılıyor.

Oysa rejiminin nedeni tam ve doğru olarak bilinmedikçe, ne ona yönelik eleştiriler anlaşılır ne de onun yerini alacağı öne sürülen düzen sağlam düşünsel temellere yerleştirilebilir.

GÖRMEZLİKTEN GELİNEN DÜŞÜNCE ÇİZGİSİ

Rejimin gerçek niteliği, yalnız ve ancak Başkan Erdoğan’ın siyasete girişinin ilk gününden beri hiç sapmadan ve kendi içinde çok tutarlı bir biçimde izlediği düşünce çizgisi ile açıklanabilir.

Kendisinin zaman zaman “dava” dediği bu çizginin içeriği, eğer bir bütünlük içinde ele alınırsa, Erdoğan’ın önemli konuşmalarından ve kimi yazdıklarından kolayca izlenebilir.

Bu konuda iki örnek yeterli olacaktır. Başkan Erdoğan, AKP yayını olan Yalçın Akdoğan’ın Muhafazakar Demokrasi (2003) adlı eserine yazdığı Sunuş yazısında “Adalet ve Kalkınma Partisi kendi düşünce geleneğimizden hareketle, yerli ve köklü değerler sistemimizi…. yeniden üretmek amacındadır” diyordu.
Yine Erdoğan, AİHM’in bir kararı üzerine, Kasım 2005’te, üstelik Avrupa Birliği -AB ile tam üyelik yolunun açılmış olması nedeniyle yapılan sevinç gösterileri ortamında:

“Mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır” diyordu.

Ek olarak, 2008 ortalarında Anayasa Mahkemesi-AYM, AKP’nin “laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olduğu” kararını verdi. Ne oldu?

O süreçte, merkez sağ siyaset kendi içinden dinamitlendi; CHP, üst yönetimleri eliyle bir büyük dönüşüm dönemine sürüklendi ve gidişe karşı çıkamaz duruma getirildi. Ülkenin düşünce dünyası da, basın-yayını, üniversitesi ve diğer yapılarıyla bu gidişe güçlü bir biçimde karşı çıkmak bir yana tümüyle sessiz kaldı.

Gelinen noktada, bu ülkede Siyasal İslam’ın, belki de onun içinde bir çizginin egemen kılınmasına dayanan ideoloji her gün kendini “yeniden üretiyor”. Siyasal İslam’ın, yalnız toplumun güncel yaşamında değil, eğitimden hukuka, dış politikadan ekonomiye giderek bilime (Evrim Kuramı'nı anımsayın) her alanda egemen kılınması amaçlanıyor.

Bu gerçeği kavramadan, ülkenin yönetim yapısının ya da rejiminin neden tek kişiye bağlı kılındığı anlaşılamayacağı gibi, giderek tehlikeli bir biçimde derinleşen siyasal kutuplaşma; ayrıca, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tutumu; kamu yönetiminin tarikat ve cemaatler arasında paylaşılması; TÜGVA’nın neden korunup kollandığı açıklanamaz.

Ek olarak, ülkenin temel insan hak ve özgürlüklerinden ve bunların büyük ölçüde geçerli olduğu topluluk ve ülkelerden “bunlar İttifakı; bunlar İslam düşmanı” denilerek nasıl uzaklaştırılmakta olduğu da kavranamaz.

Dahası, bu asıl kavranmadan, bu topraklardan, hukuk, laiklik, bilim, eşitlik ve barış kazanımlarının neden kazınmakta olduğu anlaşılamaz.

Ankara başta olmak üzere ülke coğrafyasından Cumhuriyet’in simgesi yapılar, anıtlar, parklar ve öbür kazanılmış fiziksel değerlerin neden silinmekte olduğunun bilincine varılamaz. Aynı zamanda ümmet anlamına gelen millet adıyla oluşturulan “bahçeler” de kavranamaz.

Bu gerçek kavranmadan, kadın üniversitesi kurulmasının nedenleri anlaşılamaz. Çünkü geçmişte okullarda karma eğitime karşı olduğunu; kadın erkek eşitliğine inanmadığını açıklamış olan Başkan Erdoğan, bu açıdan bile eleştirilemez; İstanbul Sözleşmesi’ni de yırtar atar.

Hatta, bu gerçek kavranmadan, kurumların nasıl kişiye bağımlı kılındığı; neden 20 ayda dört farklı TCMB başkanı atandığı soruları da, “faiz düşürülsün” emri üzerine yapılan yorumlar da tamamıyla boştur.

‘HELAL OLSUN’

AKP iktidarı, bilindiği gibi, yıllardan beri bir “helal gıda” ayrımcılığına başvuruyordu. Oysa çağdaş kamu yönetimi, halkın önüne giden gıdanın sadece hilesiz, sağlıklı ve ucuz olmasını amaçlar.

İktidar baktı ki bu konuya da ne iş dünyası, ne esnaf, ne tüketici, ne çarşı-pazar dolaşan siyaset değiniyor, bu haftanın başında “helal turizm” ve “helal tedavi” alanında önemli adımlar atılacağını açıkladı.

Şimdiye dek gazete haberlerine konu olan harem-selamlık ayrımı yapılan oteller, havuzlar ve ayrımcı sağlık işleri artık resmileştiriliyor. Bu girişime de karşı çıkılmıyor. Helal turizmi tanırım. Onu, Ayder’de, özel bir şoförün kullandığı, içinde dört çarşaflı kadın oturan lüks otomobil ile onun yanında doğayı tadarak yürüyen 25-30 yaşlarında Ortadoğulu bir genç simgeliyor.

“Helal tedavi”, ise Türkiye’nin imzacısı olduğu uluslararası insan hakları sözleşmelerine aykırı olduğu gibi, Milattan Önce dörtyüzlü yıllarda üstelik Anadolu’da da yaşamış olan Hipokrat’ın “tedavi, ayrımsız tüm insanlara uygulanmalı” içerikli o güzelim yeminine bile uymuyor.

Evet, tanı konulmayınca, rejim de, onun tedavisi de sapıtıyor!