1915 yılında Amerikalı yazar Thomas Dixon, romanının ünlü yönetmen David W. Griffith tarafından sinemaya uyarlanan halini izletip destek istemek için Beyaz Saray’a gitti. Dixon’ın okul arkadaşı ve ideolojik kardeşi olan Başkan Wilson, filmi izledikten sonra şunları söyledi: “Sanki tarih ışıkla yazılıyor. Tek üzüntüm, bunların tümüyle gerçek olması.”

Dixon’ın kitabı Ku Klux Klan’ın kuruluşunu övgüyle anlatan The Clansman (Klancı), Wilson’ın gerçek olduğunu söylediği ‘ışıkla yazılmış tarih’ anlatısı da ilk ırkçı film olan The Birth of a Nation/Bir Ulusun Doğuşu’dur. Gerçi Wilson’ın bu sözleri için kesin bir kaynak verilemiyor ama ırkçı beyazların cinayet örgütü Ku Klux Klan’a desteğiyle bilinen faşist başkanın bunları söylemiş olduğundan kimsenin şüphesi yok.

İki bölümden oluşan filmin ilk bölümünde 1860-1865 arası Güneyli bir ailenin köleleriyle mutlu yaşamları, sonra kölelere özgürlük vermek isteyen Kuzeylilerin tüm bu güzelliği yok edişi anlatılır. Bu bölüm Lincoln’ün öldürülmesiyle biter.

İkinci bölüm, kölelik karşıtlarının ‘beyaz Güney’i ‘siyah Güney’in ayakları altına attığına, ama neyse ki ‘beyaz adam’ın kendini koruma içgüdüsüyle ayağa kalkıp Ku Klux Klan’ı kurduğuna dair Başkan Wilson’dan yapılan bir alıntıyla başlar. Filmin ikinci bölümü, ilk bölümdeki belgesel gerçeklik etkisinden iyice uzaklaşıp hayalle gerçeğin epey saçma bir karışımına döner. 20 yıl sonra Nazi Almanyası’nda Propaganda Bakanlığı’nın yaptıracağı filmler için ders niteliğinde bir çalışma olan bu bölümde siyahların korkunç zulmünü izleriz: Önce seçimler gelir; bazı beyazlar sandıktan kovulurken siyahların mükerrer oy kullandığı görülür. Güney eyaletlerinde ezici bir çoğunlukla yönetime gelen siyahlar her ortamda beyazları ezer, jürinin siyahlardan oluştuğu mahkemelerde hukuk çiğnenerek beyazlar mağdur edilir, vd. Bunca zulme dayanamayan Güneyli beyazlar sonunda Ku Klux Klan’ı kurar, kötü siyahları cezalandırmaya başlar.

Aslında filmin yapıldığı dönemde Amerikalı siyahların öldürülme veya dayak korkusu olmadan sandık başına gitmelerine nereden baksanız 50 yıl vardır, ama malum, propaganda söz konusu olduğunda önce gerçekler öldürülür.

Lakin gerçeklerin zombileri andıran bir yanı var, hiçbir zaman tam olarak ölmüyor, mutlaka çıkıp geliyorlar. Bu yüzden bugün Dixon, Wilson ve Griffith hiç de saygıyla anılmıyor. Dahası, Bir Ulusun Doğuşu tarihte ‘paralel kurgu’nun -’burada bunlar yaşanırken, aynı anda şurada da şunlar olmaktadır’- ilk kez kullanıldığı filmdir ama adı geçtiği zaman sinemaya bu önemli katkısıyla değil, lanetli ırkçılığıyla anılıyor.

Son günlerde, George Floyd’un ırkçı bir polis tarafından öldürülmesi üzerine başlayan protesto gösterilerinde yaşanan yağma olaylarının videolarından derlenen yeni propaganda malzemeleri ortada dolaşıyor. Böylece siyahların ne kadar korkunç yaratıklar olduğunu bir kez daha anlamamız isteniyor.

Ama bu sefer ortam çok farklı; gerçek olanla olmayan yine birbirine karıştırılarak veriliyor fakat bilgi akışı o kadar hızlı ve yoğun ki, bir yalana karşı iki gerçek, iki abartıya karşı dört doğru çıkıveriyor ortaya. Bir Ulusun Doğuşu 105 yıl önceydi, şimdi yeni bir dünya doğuyor. Çok yavaş, yalpalayarak, yörüngesini bilmeden, ama doğuyor işte.