Bir Hollywood yıldızı

Kırk Douglas 103 yaşında hayata gözlerini kapadı. Spartaküs gibi emsalsiz kahramanları oynamıştı. Aktörün adı en çok yönetmeni Stanley Kubrick’in genelgeçer gözüyle bakıp pek sevmediği bu filmin gladyatör kahramanıyla birlikte telaffuz edilmiştir.

Bir başka ‘kahraman’ da, ciddi oyuncu sıfatıyla dikkatleri ilk olarak üstüne çektiği ‘Şampiyon’un (1949) iddialı boksörü Midge Kelly’ydi. Kirk Douglas üç kez Oscar adayı oldu: Vincente Minelli’nin 1952 yapımı ‘The Bad and the Beautiful / Çıplak Ruhlar’ındaki (1952) yapımcı Jonathan karakteriyle, ıstırap içindeki bir Van Gogh’a hayat verdiği ‘Lust for Life / Yaşama Hırsı’yla ve hepsinden önce de, Mark Robson’un yönettiği ‘Şampiyon’la (1949).

Bu üç filmde ondan heykelciği esirgeyen Akademi, 1996’da ise, “50 yıldır sinema camiasındaki yaratıcı ve ahlâkî gücü” nedeniyle Douglas’a bir Onur Oscar’ı verdi. Aktör ödülünü alırken, çoğunluk kendisinden sadece bir teşekkür beklediği halde (seksen yaşındaydı) güzel bir konuşma yaptı. Konuşmanın bir noktasında, salonun kendi sağındaki bölümüne işaret ederek, “Dört oğlum da burada,” dedi kıvançla. “İhtiyar adamla iftihar ediyorlar.

Ben de sizinle iftihar ediyorum.” Oğulları büyük bir ihtimalle onunla en çok işin ‘ahlâkî’ tarafı nedeniyle iftihar etmiştir. Hollywood Kara Liste’si zamanında Kirk Douglas bu listedeki yasaklı senaristlerden Dalton Trumbo’nun ‘Spartacus’un senaryosunu yazdığının bilinmesini ve Universal şirketinin senarist olarak onun adını kullanmasını sağlamıştı. Douglas ve Kubrick daha önce de ‘Paths of Glory’de birlikte çalışmışlardı.

Namuslu bir adamdı, sonuna kadar kendi namus ölçüleri içinde kaldı. Altı kızı olan yoksul mülteci ailenin tek oğlu Kirk Douglas (ya da, Issur Danielovitch Demsky), sonuna kadar hep ‘Eskicinin Oğlu’ oldu. Tıpkı kendini babası Herschel’in işiyle tanımladığı 1998 tarihli çok satan oto-biyografisi ‘The Ragman’s Son’ göze hoş gelen kaslarla bezenmiş vücudunu, delici bakışlarını saymazsak (her zaman son yıllarda hatırladığınız gibi değildi), Douglas’ın asıl gücü, hırsından ve oyunculuk hayalinden vazgeçmeyişinden gelir.

Toplumun alt tabakasında geçen çetin çocukluğu ona iyi bir aktör, insan ve baba olabilmek için mücadele gücü vermişti. Altı kızlı evde yetişen Douglas’ın iki eşinden dört oğlu olmuştu. Özellikle oğlu Michael’ın da kendisi gibi bir yıldız olması, babasını çok mutlu etmişti. Douglas’ın oyunculuk mesleğinin kalbinde babasının ve kendisinin önüne geçilmez iradesi ve gayretini farklı karakterleri yansıtma yeteneği yatıyordu. Buna çocukluğundan beri içini yakan öfkeyi de katınca ortaya kimsenin başkasına benzetmeyeceği bir yıldız kişiliği çıkıyordu.

1949 yapımı ‘Şampiyon’da, dublör kabul etmemiş, kendine bir dövüşme tarzı edinmişti: “Hep ileri hamle ediyordum, ne kadar çok yumruk alırsam alayım. Yumruğu yüzümün ortasına yesem de, hamle ediyordum. Durmak bilmiyordum.” Midge Kelly, Douglas’ın en iyi karakterlerinin bir tarifi gibi:

‘Young Man with a Horn/Trompetli Adam’daki trompetçi Rick Martin, ‘Ace in the Hole/Diri Gömülenler’deki iddialı gazeteci Chuck Tatum ve aktörü Oscar adayı yapan yapımcı Jonathan (Çıplak Ruhlar).

Otobiyografisine itimat caizse, kendisi de böyle davranabiliyordu. 1952’de Paris’te ‘Act of Love’ı çekenken, Pont Alexandre Trois’da da çekim yapmışlar. “Meğer Alexandre Trois Çar III. Alexander değil miymiş? 1881-1894 arasında, soykırım zirveye ulaştığında Rusya’nın Çarı imiş. Büyükannem ve büyükbabamlar o yüzden Rusya’yı terk etmek zorunda kalmış. Bir numaralı Yahudi düşmanı, ha Hitler ha o. Köprüsüne tükürdüm ben de.”