1. Vampir, başlangıçta feodal derebeyiydi

Osmanlı padişahı 2. Murat’ın, Eflak Kralı 2. Vlad’ı serbest bırakma karşılığında rehin alıp sarayda oğlu Mehmet’le birlikte yetiştirdiği iki Eflak prensinden biriydi. Sonradan adı Kazıklı Voyvoda’ya çıkacak olan 3. Vlad, cihana adalet ve huzur getiren Osmanlı’nın sarayında başına neler geldiyse artık, ilk fırsatta Eflak’a dönüp ülkesini Müslüman-Türk unsurlardan arındırmak için seferberlik düzenledi. Çocukluk arkadaşı 2. Mehmet’in tahta geçer geçmez 6 (bazı kaynaklara göre 8) aylık kardeşini bile öldürtmesi pek konuşulmazken -ya da, kundak bebesinin cihan devletini yıkma olasılığı üzerinden haklı çıkarılırken- 3. Vlad Drakul’un yarattığı dehşetin detaylarını tüm dünya bilir.

Bugün Romanya’da halk kahramanı olarak selamlanan Vlad Drakul III, pek çok fantastik anlatıda 15’inci yüzyılda köylü halkın kanını emen bir vampir olarak tasvir edilir.

2. Kapitalizme geçiş

Bram Stoker’ın 1897’de yayımlanan romanı Dracula’da anlattığı Kont Dracula, artık köyden ve köylülerden uzaklaşmak, kentin olanaklarıyla yaşamak isteyen bir girişimcidir (sarmısaktan hiç hoşlanmaması da bu ‘köylülük’ meselesiyle açıklanır). Bunun için, Sanayi Devrimi’nin merkezi İngiltere’ye taşınıp burjuva yaşam tarzına geçer. Artık işçilerin kanını emecektir.

3. Yeni binyıl, neoliberal kan

İlki 2008’de yapılan Twilight/Alacakaranlık film serisinde gördüğümüz vampirler genç, alımlı, karizmatik ve zengindir. Anlatıların sosyo-psikolojik yapısı üzerinden söylemek gerekirse, feodal vampire korkuyla karışık bir saygı duymamız, kapitalist vampirden titreyerek korkmamız gerekirken, bu neovampirler doğrudan özdeşleşme ve imrenme nesnemiz olur. Kapitalist dedelerinden bu yana epey ehlileşmiş, ultra lüks tasarımlı villalarda yaşayan, burjuva yaşam tarzının inceliklerine hâkim bu vampirlerin sevmediği iki tür vardır: Kurtadamlar ve göçebe vampirler (çingeneler). Her ikisi de neoliberal düzenin sürekliliğini tehdit eden, kapitalizm dışı unsurlardır.

4. Sömürü karşıtı vampirlik

Alacakaranlık’ın havalı vampirleriyle aynı dönemde, Avrupa’dan gelen yeni bir vampir türüyle tanışırız: İsveç filmi Latte den Ratte Komma In/Gir Kanıma’da (2008) karşılaştığımız vampir, iktidarını korumak ya da lüks bir villada keyif sürmek için değil sadece yaşayabilmek için kan emen, yakalanmamak için de sürekli göç etmek zorunda kalan, korkudan ziyade acıma duygusunu harekete geçiren bir kız çocuğudur.

İranlı yönetmen Ana Lily Amirpour’un 2014 tarihli filmi A Girl Walks Home Alone at Night/Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız’da, alt sınıftan gelen bu vampir kızın birazcık büyümüş halini görürüz: Sadece yaşamını sürdürebilmek için kan emen, çoğunlukla da kötü insanların kanını emen bir genç kadın.

Geceyarısı sokakta tek başına yürüyebilme cesaretine sahip bu genç kadın, tüm hayatların kederli ve boşu boşuna yaşanıyormuş gibi göründüğü Kötü Kent’te (Şeher-i Bed) özgür ve mutlu olmak isteyen yeni bir kuşağı temsil eder. Herkesi malı gibi gören uyuşturucu satıcısı ve kadın taciri bir adamı, ardından etrafındaki insanların hayatını sürekli olumsuz yönde etkileyen uyuşturucu bağımlısı bir ihtiyarı öldürür. Yaptığı her şeyin nedenini anlayamayız belki, ama bazen vampir olabilmenin güç ve cesaret gerektiren bir durum olduğunu anlarız.

Vampirin tarihsel dönüşümü üstünde düşünmeme yol açan, geçen hafta İran’da mollaların sarıklarını uçuran gençler oldu. İnternette yayılan videoyu görmüşsünüzdür: Üstünde kara cübbe ve başında sarıkla dolaşan mollalara yaklaşan gençler, sarığa bir tokat atıp düşmesini sağlıyor, sonra da uzaklaşıyorlar. Bu eylemlere dair çok sayıda video olması, bunun belli bir örgütlülük içerdiğini de gösteriyor.

Sembolik değeri yüksek, ama az da olsa şiddet içeren bir eylem bu; lakin bazen bir tercih yapmak gerekir: Bir yanda 1980’den bu yana İran halkının kanını emen acımasız muktedir vampirler ve döktükleri kan, diğer yanda sadece özgürce yaşamak isteyen, geceyarısı sokakta tek başına rüzgârı saçlarında hissederek yürüyebilme düşü kurdukları için vampirliğe mecbur edilmiş gençlerin düşürdüğü sarıklar…