İnsan türü olarak ardımızda bıraktığımız en kalıcı iz sanırım plastikler ve araba lastikleri olacak. Değişecek miyiz? Yoksa sahil kenarlarında, parklarda gezmemiz yasakken tüketime dayalı ekonomimiz için kendimizi feda edip alışveriş merkezlerinde “satın al” komutu ile kaldığımız yerden devam mı edeceğiz?

Bir nehre yazılan aşk mektubu

Eğer bir daha biri size, tek kişi ile dünya değişmez derse inanmayın. Çin’de yarasa eti yiyen bir adam tek başına dünyayı değiştirdi. Bu sözler, yeni doğmuş bebek hayvanlar hakkındaki Born Wild: Next Generation belgeselini tamamlayan vahşi doğa fotoğrafçısı ve belgeselcisi Dereck ve Beverly Joubert’in filmleri için yaptıkları röportajdan.* Çevreci çift aynı zamanda Afrika’da geniş çaplı doğal hayatı koruma alanları ve iki de doğal hayvanları koruma organizasyonu için çalışıyorlar. Sürekli doğal hayat içinde yaşayan bu iki insan gezegenimizdeki yıkım ve yok oluşu en yakından görüyor. Covid-19, şu anda dünyadaki bio-varlıkların sadece yüzde 4'ü kadar kalan, hızla yok ettiğimiz vahşi doğal hayatın belki de biz insanlardan intikamı.

Komik olmayan bir fıkra: “Bir gün bir insan, bir yarasa ve bir pangolin...”

Magazinsel bir dedektif hikâyesine benzese de bir tespite göre malum yarasa, daha önce bir pangolinle aynı kafesi paylaşmış. Pangolin karınca yiyene benzeyen, eti ve tıbbi amaçlar için dünyada yasadışı ticareti en çok yapılan bir hayvanmış. Başka bir söylentiye göre ise pangolinin suçu yokmuş; başka bir canlı, virüsü yarasadan alıp insana geçirmiş. O pangolin ve yarasayı ya da her ne ise o aradaki diğer canlıyı doğal habitatlarından alıp, yan yana getirip insan içine sokan düzen, bir yandan da kendi kendini yok edermiş. Katil ne uşak ne de kahya imiş. Planlar çok yukarılardan yürürmüş. Sonuçlar sadece parayla ölçülürmüş. Bu planları yapanlar arada bir toplanıp; ciddi ciddi konuşup, gerçekten doğal denge çok bozuldu artık, vah vah derler, sonra jetlerine binip zehirli gazları atmosfere sala sala evlerine dönermiş. Pangolin şaşkın, bu insanlar benden ne istiyor, beni evimden alıp orada burada pis pazarlarda neden satıyor dermiş. Yarasa ise mükemmel ötesi bağışıklık sistemi ile bana dokunmayın, ben en az 100 küsur tür virüs taşırım, salak mı ne bunlar hâlâ öğrenemediler dermiş. Pangolin, yarasa kadar medyaya düşüp meşhur olamasa da, küçük suratı zırh gibi şık pulları ile çok sevimli bir hayvanmış. Afrika’da su kaynaklarına yakın ve ormanlık alanlarda yaşar, böceklerle beslenirmiş. Doğadaki düşmanı ise leoparlar, çakal ve en azılısı da insanmış. Türü tükenmek üzere olan pangolin, tüm dünyada kaçak ticareti en çok yapılan memeli hayvanmış.

Şüpheli görülen, ancak tespit edilemeyen olası ara konak ise herhalde evliymiş, yarasa ile ilişkisi ortaya çıkacak diye korku içinde imiş... Müge Anlı araştırsa bulurmuş ama yakında sosyal medyanın diline düşermiş.

El izi tekerlek izine karışınca...

Fransa’da Chauvet –Pont d’Arc Mağarası'nda yaklaşık 30 bin yıl önceden kalan bir insan eli izi, 30 bin yıl önceden “Buradaydım” diye bir iz bırakmış.

Hâlâ buradayız.

Hâlâ buradayız da neden buradayız? Sık sık aklıma takılan, bu dünyada işimiz ne sorusu bu salgın sırasında evlere kapanınca daha çok aklıma düşer oldu. Fiziki çevremizi oluşturan dünyaya ve bizden başka diğer canlılara baktığımda cevap daha da içinden çıkılmaz oluyor. Yağmur yağmazsa kuraklık oluyor. Arılar olmazsa yiyeceklerimizin bir kısmı, çiçeklerin çoğu olmuyor. Öyle ince bir denge ki kuş gribinden tavuklar ölünce her yeri hastalık yapıcı kene sarıyor. Şu sıra herkesin lanet okuduğu yarasalar bile ekosistemin önemli bir parçası. Geceleri çalışan bir çok tohum toplayıcı, orman ve tarım ürünlerine zararlı parazit ve haşereleri yok eden bir bitki örtüsü koruyucusu.

Peki biz, biz insanlar olmazsak ne oluyor? Biz yok olursak dünyanın döngüsünde aksayan, eksik kalan bir durum var mı? Yoksa tam tersi mi? Üç aylık küresel kapanmada doğa kendini temizledi, hayvanlar rahat etti, atmosfer temizlendi ve daha iyiye doğru yoluna devam ediyor.

İnsanlığın bir şekilde dünyadan yok olması durumunda, geleceğe yönelik yapılan projeksiyonlarda bir iki gün içinde elektrik şebekelerinin, pompa ile çalışan su, kanalizasyon gibi sistemlerin destek sistemleri de çökünce tamamen durması ile dünya sessizliğe bürünüyor. Fabrikalar duruyor, nükleer santraller belki sızıntı yapıp çevresini öldürüyor ya da çevresinde yeni mutasyonlara sebep oluyor. Fabrika atıklarından ve nükleer kirden etkilenmeyen doğal alanlar otlar, ağaçlar ve çalı örtüsü ile kaplanıyor. Haftalar içinde bile yavaş yavaş şehirler, asfalt yollar bitkiler ve diğer canlılar tarafından kolonize edilmeye başlıyor. Evde mama yemeye alışmış, kendimize benzettiğimiz ev hayvanları aç ve çaresiz doğada hayatta kalmaya çalışıyor. Geriye de orada burada çözünemeden kalmış paslanmış metaller, beton, plastik ve milyarlarca araba ve araba lastiği kalıyor.

İnsanlar yok olunca, en baş düşmanından kurtulan sivrisinekler çok mutlu oluyor, türü tehlike altında olan canlılar tekrar çoğalmaya başlıyor. Atmosferdeki karbon, artan bitki örtüsü tarafından emilip temizleniyor, ısı ve deniz seviyesi düşüyor. Filler ve aslanlar bile Avrupa’ya kadar yayılma şansı buluyor**. Nehirler, denizler, atmosfer daha temiz, doğal hayat canlı. Evet bizsiz dünya çok daha mutlu.

O çok övündüğümüz, güvendiğimiz bir tek bizde var dediğimiz aklımızla kurduğumuz sistem ise kendini sadece üç ay idame ettirebiliyor. Sağlığımız bile hiçe sayılarak bu pamuk ipliğine bağlı düzeni sürdürmek için yakında evlerden çıkacağız. Çarklar yine dönmeye, yollar araçla dolmaya, atıklar, zehirli gazlar salınmaya başlayacak. Ormanları yıkıp oteller, nehirlere hidroelektrik santralleri kuracağız. Birleşmiş Milletler raporuna göre 20. yüzyılda üçte ikisini yok ettiğimiz dünya ormanları ve sulak arazilerinin kalan üçte birine musallat olacağız.

Sonra birileri bir film yapacak. O gözden kaçıp kurtulmuş, ya da ekonomik değeri olmadığı için insan eli değmemiş ya da ısrarla korunmuş doğayı görüp hayran kalacağız.

2020 yılı Sundance Film festivali Belgesel bölümünde bu yıl Jaubert çiftinin Okavango: River Of Dreams filmi prömiyerini yaptı. Film, Güney Afrika’da bir nehir deltasını anlatıyor. “Ev”leri olan bu nehir deltasında yaşayan çok zengin canlı türleri ile onların nehirle, birbirleri ile iç içe geçmiş hayat döngüleri anlatılıyor. Mevsimlerle birlikte değişen nehri de yaşayan bir canlı olarak anlatan film, survival ve denge için bio-çeşitliliğin önemine ve nasıl bir bütün halinde var olduğuna dikkat çekiyor.

Film; Okavango Nehrine bir aşk mektubu olarak anılıyor.

Nehirlerimiz Sakarya, Kızılırmak, Dicle? Adı en kirli akarsu listesinin en başında çıkan Ergene? Kuşu, kurbağası, hiç balığı olmayan nehir olur mu? Artık aşık olunacak halleri, içlerinde hayat kaldı mı?

Biz hâlâ buradayız ve aynı kafadayız. Okyanuslarda sekizinci kıta adı verilen büyük adacıklar halinde yüzen plastikler gittikçe çoğalacak. İnsanlar yok olsa bile bu adalar ancak uzun yıllar sonra çözünüp mikro partiküller olarak okyanus tabanına çökecek. Belki evrim sonucu bir gün plastik yiyen bakteriler oluşacak ama bu milyarlarca yıl sürecek.

İnsan türü olarak ardımızda bıraktığımız en kalıcı iz sanırım bu plastikler ve araba lastikleri olacak.

Değişecek miyiz? Yoksa sahil kenarlarında, parklarda gezmemiz yasakken, tüketime dayalı ekonomimiz için kendimizi feda edip alışveriş merkezlerinde “satın al” komutu ile kaldığımız yerden devam mı edeceğiz?

*Corey S. Powell, C.S. (April 23, 2020) Planet Earth, the Pandemic, and the Power of One, Discover Magazine
https://www.discovermagazine.com/environment/planet-earth-the-pandemic-and-the-power-of-one
**Philip Wheeler (1 May 2019) What Would a World Without Humans be Like? With scientific advice from OU’s BBC Ideas
https://www.bbc.co.uk/ideas/videos/what-would-a-world-without-humans-be-like/p078352j?playlist=sustainable-thinking