Korku edebiyatının özellikle ABD ve İngiltere’de son on yıldır hızla gelişen bir alttürü var: Aşırı korku (extreme horror). ‘Aşırı’ sözcüğünün yeterince açıklayıcı olmadığı, ‘ölçülemeyecek derecede aşırı’ dersek belki tanımına yaklaşabileceğimiz bu anlatılarda hiçbir şeyin sınırı yok. O kadar yok ki, Edward Lee, Wrath James White, Monica J. O’Rourke gibi yazarların başını çektiği türün İngiliz öncüsü Matt Shaw kendi yayınevi bünyesinde yayımladığı kitaplarının kapağına kocaman uyarılar yerleştiriyor: “DİKKAT Bu bir aşırı korku romanıdır. Kolayca şoke olabilen ya da rahatsızlık duyabilecek kişiler için uygun değildir.”

‘Şiddet pornosu’ tanımını bile masumlaştıracak denli akla hayale sığmaz bir şiddet -okuduğum örneklerin bazı bölümlerini korku filmi izlerken görmeye dayanamadığı sahnelerde gözünü kapatan seyirciler gibi hızlı hızlı geçmeye çalışıyorum-, olabilecek en ileri düzeyde ensest ilişkiler, insanlık tarihinin utanç verici parçalarını oluşturan seri katillerle empati kurmaya yönelik hikâye örgüleri, nekrofili ve zoofili başta olmak üzere her türden sapkınlık, politik doğruculuğu bile mumla aratacak düzeyde saldırgan bir ırkçılık ve cinsiyetçilik…

Benim bu aşırılıkları niçin okuduğumu soracak olursanız, içimde bir yerlerde gizlenen bir psikopatla ilgili kolay bir açıklama yapılabilir tabii ama o kadar kolaya da kaçmayalım; bu anlatı türünün son 10 yılda hızla tırmanmasının ciddi toplumsal karşılıkları olsa gerek: Auschwitz ve Hiroşima’dan sonra insanlığın düşünme ve hissetme yöntemlerini radikal biçimde gözden geçirmesi gerekiyordu. Bu eleştirel bakış belli ölçüde, özellikle sanatsal üretim alanında gerçekleşti ama yaygınlaşamadı. Soykırım ve atom bombasından 2017’ye kadar yaşanan süreçte insanlık tarihine eklenen şu başlıklara bakın: Kore Savaşı, Vietnam Savaşı, Soğuk Savaş, ABD ve NATO organizasyonu darbe ve işgaller, tarihe gömülmek yerine daha da meşrulaşarak kitleselleşen ırkçı eğilimler, paylaşım eşitsizliğinin özellikle tüketim kültürü sayesinde daha önce görülmemiş oranda bir ‘rıza üretimi’yle dünyayı kasıp kavurması… Adorno’nun “İlkellikten insancıllığa doğru değil, sapandan megaton bombaya doğru ilerleyen bir insanlık tarihi var” sözünü haklı çıkarmak için uğraşan insanlığın bu kadar kısa sürede ‘aşırı korku’ romanlarına ulaşmasından doğal ne olabilir ki?!

Hele bir de Türkiye’de yaşıyorsanız bu aşırılıklar daha da anlamlı olabiliyor. Matt Shaw’un Sick Bastards adlı romanını ele alalım: Belirsiz bir nedenden dolayı hafızasını kaybetmiş, kendi isimlerini bile hatırlamayan, aile olduklarını birlikte göründükleri bir fotoğrafla anlayan dört kişilik bir aile ormanın ortasındaki bir evde mahsur kalmıştır. Dışarıda zombi benzeri yaratıklar olduğu için evden çıkamayan aile zamanla gıda maddelerini tüketip açlıkla karşı karşıya gelir. Bazı kötü tesadüflerden sonra hiç tanımadıkları bir adamı öldürür, açlıktan kurtulmak için de onu yemeye karar verirler. Başlangıçta çok zorlanırlar ama kısa sürede organize biçimde yamyamlık yapmaya başlarlar. Oğul yamyamlıktan tiksinir, karşı çıkar ama Baba, Anne ve Kız’ı ikna edemez. Baba’ya göre, ailenin mensubu olmayan herkes kötüdür, düşmandır ve ‘et’tir. Bir süre sonra yamyamlık bu üçünün aklını o kadar zehirler ki, saklama imkânı olmadığından, yakaladıkları ‘et’leri bozulmaması için diri diri yemeye başlarlar. Sonradan bir hükümet deneyinden kaynaklandığını öğreneceğimiz bu dehşetin bir anında, Baba ve Oğul zombilerden kaçan iki adamı yeme konusunu şöyle tartışırlar: “Tiksintimi gizlemeye çalışarak ‘Neden hemen öldürmüyorsun ki şu adamı?’ diye sordum. “Arkadaşı öldü, öyle olması gerekiyordu zaten. Eğer bunu mümkün olduğunca uzun süre canlı tutabilirsek, diğerini bitirdikten sonra elimizde yiyecek bir şeyler olur hiç değilse’ dedi Baba, ‘Büyük resmi görmen gerekiyor.’”

İşte bu aşırı korku romanlarında nasıl oluyorsa ‘büyük resmi görmek’, ‘kendi ailesi dışındaki herkesi düşmanlaştırıp yok etmek için çabalayan aile reisi’ gibi oldukça tanıdık ifade ve olgularla karşılaşabiliyorsunuz.

Popüler İngilizce edebiyatta çok sayıda örneği bulunmasına rağmen henüz Türkçe ‘aşırı korku’ romanı yazılmadı; Türkiye’de bu ‘ihtiyaç’ şimdilik iktidar ve yandaşlar tarafından bedensel ve mental bütünlüğe pervasızca zarar verilen bir gündelik hayatla karşılanıyor. Bu durumda bile ‘Eee, onlar yazıyor, biz yaşıyoruz!” diyerek övünebilecek bir kitleyle yaşıyorsanız, hiç yazılmasa da olur zaten...