Bitimsiz kış

Çiseleyen yağmurun altında yürürken birden durup gökyüzüne bakarak “Ne kadar da karanlık gökyüzü” diyor, “Alıştığım bir karanlık değil bu…” Sonra kahkahayı patlatıyor, “Nasıl, popüler bir film sahnesi gibi oldu değil mi?” Ben de onunla birlikte gülüyorum ama gökyüzüne bakınca içimi bir ürperti sarıyor. “Ben düz bir melankoliğim galiba” diyorum, “gökyüzü gerçekten de fena karanlık…”

“Şimdi hiç girme n’olur ülke meselelerine filan” diyor, “azıcık da olsa nefes alalım.” Sonra birden elleriyle yüzünü kapatıp yeni bir gülme krizine giriyor, “Düz melankolik mi dedin sen?..”

Bu aralar Andrew Gibson’ın yeni yayımlanan “Samuel Beckett” adlı kitabını okuyordum. Beckett’in eserlerini çok sevmeme rağmen hayat hikâyesiyle pek ilgilenmemiştim. Onun 1936-1937 arasında Almanya’da yaşarken yazdığı günlüğüne “Bir Melankoliğin Günlüğü” adını vermeyi düşündüğünü öğrenmiştim.

Beckett, Nazilerin sol basını saf dışı bırakışına, komünistlerin, liberal muhaliflerin, Yahudilerin, ötekileştirilen herkesin kamu hizmetlerinden, sağlık mesleklerinden, üniversitelerden, belediye görevlerinden, kiliselerden, mesleki, sosyal, kültürel kurum ve örgütlerin tümünden çıkarılışına tanık olmuş, yaklaşan savaşı derinden hissetmişti. Gökyüzü, alıştığından daha karanlık olmalıydı o günlerde. Gibson, Beckett’in yaşadığı bu tutkulu melankolinin direncin önüne geçmediğini de belirtiyordu. Ama melankoli zaten bir direnç değil mi? Bir şeyleri bırakmadığı ya da bırakamadığı için melankoliktir insan.

Erdoğan Özmen, “Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan” adlı kitabında, “İnsanın kuruluş öyküsünü başlatan, onu ileriye fırlatan, insan varlığının bu eşsiz melankolik zeminidir” diye yazmıştı.

Beckett, o yıllarda Almanya’yı zehirli maddelerle kaynaşan, atık maddelerle dolup taşan bir yer olarak görüyordu. Günlüğüne “Alman basını pislikle dolu” diye yazmış, okuduklarından sürekli midesi bulanmıştı. Almanya’da güzellik tehdit altındaydı, başta resim olmak üzere bütün sanat dalları kıyıma uğruyordu. Almanya’yı terk edip, Paris’e James Joyce’un yanına gitmişti; ama kısa bir süre sonra Naziler bu defa Paris’i işgal ederek Beckett’in peşinden gelmişti. Beckett de direnişe katılarak cevap vermişti bu işgale, çünkü Paris onun eviydi, ki ev diye bir şeye çok da inanmıyordu aslında… Gestapo’ya ihbar edilince yakalanmamak için kaçak bir hayat yaşamaya ve bu sırada da romanlarını yazmaya başlamıştı. “Godot’yu Beklerken”i de o günlerde yazmıştı; savaş zamanı Fransa’da herkes bir şey bekliyordu, yemek karnesi, paraşütle atılan yardımlar…

Beckett, direnişe katılsa da siyasi ahlakçılığa yönelmemişti, Gibson’ın sözleriyle “anlam ve amacın sıfır noktasından” yazıyordu, sıradan beyhudeliği büyük bir zevk kaynağına dönüştürerek. Melankolisi, Almanya’da yaşadığından farklı bir düzeye geçmişti, edebiyatını ve kendisini kurduğu, ileriye doğru fırlamasına neden olan bir zemine… Paris’te işgal sona erdikten sonra Nazilerle işbirliği yapanlara yönelik linçlere tanık olduğu günlerde “Molloy” romanını yazarken daha da melankolikti artık, halkın birikmiş ıstıraplarından bir an önce kurtulmak için birilerini günah keçisi ilan ettiğine, işin tuhaf tarafı da günah keçisi ilan edilenlerin bu görevi neredeyse gönüllü olarak üstlendiğine tanık olmuştu. Türkiye’de de günah keçisi genellikle solculardı. 6-7 Eylül Olayları’nın sorumluları olarak Aziz Nesin, Kemal Tahir, Asım Bezirci gibi solcular hapse atılmamış mıydı, hiçbir delil olmadan.

“Molloy”da Beckett, “Yo, insanın günlerce, yıllarca yumuşak, saygılı, sabırlı kalabilmesi acı çekmeden olası değil” diye yazmıştı. Melankolik bir biçimde hayata lanet okuyordu; ama bu lanet, bildiğimiz anlamda bir lanet değildi, tıpkı “Gök hep aynı ve gök hiç aynı değil” diye yazdığı gibi, hayat hep aynıydı belki ama hiç de aynı değildi.

Louis Aragon, hazırladığı kitap için Beckett’e İspanya İç Savaşı hakkında ne düşündüğünü sorunca, aldığı yanıt kısaydı: “UPTHEREPUBLIC! (Ayağa Kalk Cumhuriyet!”

Beckett’in “Bütün Düşenler” oyununda, “Ne biçim memleket burası” diye yakınıyordu Mrs. Rooney: Burada hayat “hep kış sonra bitimsiz kış yıllar yılı kış…”