Hukukun siyaset olduğu, artık iyice anlaşılmıştır herhalde. 12 Eylül Anayasası’nın bunca yıl neden değiştirilmediği… Hukuk, eğer bugün hukuksuzluk ve keyfilikse, bunun sebebi, elbette güçlü olduğu kadar zayıf da olan iktidarın siyaset yapamaması, hatta siyasete düşman olması. Bu öyle bir düşmanlık ki, Ortega Y. Gasset’nin “Kitlelerin Ayaklanması”nda yazdığı gibi, “devleti, her türlü yaratıcı azınlığı ezmek üzere” kullanmakta bir sakınca görmez.

Gasset, 1929’da yazdığı “Kitlelerin Ayaklanması”nda, İkinci Dünya Savaşı’nın neden olacağı yıkımı tarif ediyordu: “Avrupa uluslarının önünde, iç yaşamlarında büyük zorluklarla, ekonomik, hukuksal ve kamu düzeni açısından sorunlarla dolu bir dönem var. Kitlelerin hâkimiyeti altında, devletin, bireyin, grubun özgürlüğünü ezerek, geleceği hepten tüketmesinden korkmayalım da ne yapalım?”

Gasset’nin o gün yaşadığı endişeyi, bizim bugün hayli hayli yaşamamız lazım, dünyayı çepeçevre saran sorunların büyüklüğüne bakıp. Aslında Gasset, İkinci Dünya Savaşı’nın işaretlerini, devletlerin politikalarından çok, kitle insanının gündelik hayatta ve siyasetteki yükselişinde görmüştü. Bugün Türkiye’de olan da bu, sanattan siyasete, yaşamın her alanını işgal eden kitle insanının kendi emellerini ve zevklerini zorla toplumun geneline dayatması… İşçi kitleleri, kitle insanlarından oluşmaz. Kitle insanı, vasat insandır Gasset için, salt nicelik olandır, toplumsal yontulmamışlıktır.

Gasset, kitle ile toplumu birbirinden ayırır. Toplum, çeşitli altkültürlerden, inançlardan, azınlıklardan oluşan heterojen bir yapıdır. Kitle ise, bir örnek insanlardan oluşur, aynı filmi izler, aynı şeyleri giyer, aynı şekilde düşünür ve geri kalan herkesten de kendisi gibi yaşamasını ister. Gasset’nin dediği gibi, kitle insanı bir kitap ya da gazetede bir yazı okuyorsa, bir şeyler öğrenmek için değil, kendi kafasındaki sıradan düşüncelerle örtüşmediğinde eleştirmek içindir: “Yaşadığımız ânın özelliği, sıradan ruhun, kendi sıradanlığını bile bile, sıradanlık hakkını ileri sürmesi ve onu her yerde dayatmasıdır.” Yoksa mesele sıradan olmakta değildir; öğrenmeyi reddeden, farklı olmayı yakışıksız bulan kitle insanının, eninde sonunda totalitarizmi arzulayacak olması...

Gezi Direnişi, yeniden bir toplum olma çabasıydı, bireysel özgürlüklere gösterilen hassasiyet, paylaşım ve dayanışmayla. Boşuna değildi, direnişe katılanların sık sık “İlk defa kendimi bu topraklara ait hissettim” demesi. Duras’nın “Askıya Alınmış Tutku”daki kendisiyle yapılan söyleşide Mayıs 68’i tarif ettiği sözler, Gezi’yi anlatır sanki: “Herhangi bir başka zaferden çok daha faydalı bir siyasi başarısızlık oldu. O günlerde sokakta yaptığımız gibi nereye gittiğini bilmemek, yalnızca gitmek, bir biçimde hareket etmek, sonuçlarından, çelişkilerinden endişe etmeden hareket etmek.” Ama iktidar, tam da kitle insanını rahatsız eden boşluk korkusuna bütün varlığıyla yerleşti. Artık kitle insanı, devletin kendisi olduğunu sanıyordu; yanıldığını büyük felaketlerden sonra anlayacağını, tarih kitapları yazsa da…

Başımı kaldırıp pencereden denize baktığımda, denizin üzerini örten kara bulutlar sanki içimi de sarmıştı. Masamın çekmecesini açıp kırmızı palyaço burnunu çıkardım. Güzel olacaktı her şey, böyle söylemişti, sonra da burnuma bu kırmızı palyaço burnunu takıp karşıma geçmiş ve gülmüştü. Neden bu kadar güldüğünü o zaman anlamamıştım, alt tarafı sevimli bir burundu. Sokakta beni gören herkes gülümseyerek bakmıştı o gün. Çok kötü bir gün geçirmiş olmamıza rağmen, her şeyi unutmuştuk. Palyaçolar, başlarına gelen kötü şeylerden güç alırlar, pes etmezler, düşeceklerini bile bile kalkarlar ayağa...