İyice olduk artık. Rakiplerimiz cehalette radikal dinci gruplar neredeyse... Tarihi eser yağmalama bizde, estetik bilmemek bizde, insan hayatını hiçe sayma, değersizleştirme bizde, yaşayan ne varsa, doğaya, havaya, ormana, ağaca, kuşa düşman olma bizde. Tek farkımız soran olursa ‘Biz nefis ülkeyiz, en süpersoniğiz, okuma yazmamız yok ama hepinizden daha üstünüz, en guvvedli biziz, en mümtaz biziz, en kültürlü biziz, en sevgi dolu biziz’ filan diye sallarız... Sallamak bedava ama bu kadar sallamanın da bir bedeli var. Hem de ne?

Ya biz sallıyoruz diyorum da kimin salladığı belli. ‘Malum’ çevreler işte. Malum çevrelerin çoluğunun çocuğunun altında en pahalı arabalar, en pahalı saatler, en pahalı tekneler var... Bu değişmiyor. Bir de vizyonu olmadığından bu çevrelerin maalesef hep aynı model arabalar, hep aynı takoz ama çok pahalı saatler peşindeler. Çünkü onlar için kültürün, insanlığın, kibarlığın, evrenselliğin, sanatın, sepetin bir önemi yok. O konulardan haberleri yok. Varsa yoksa araba... Aynı birden aşırı zengin olmuş sonradan görmeler gibiler. Çünkü gerçekten de sonradan görmüşler. Kendilerini de geliştirmemişler. Hatta geliştirmeye de karşılar. Sorsanız dünya önümüzde diz çöküyor. Sorsanız dünya bize imreniyor. Sorsanız o altlarındaki en pahalı arabaları üreten ülkeler bizi kıskanıyor... Eeee işte böyle. Sorsanız en önemli şey ibadet, en önemli şey ahlak ama nerede? Nerede o ahlak? Ahlak anca lafta. Geri kalan tek şey arabalar, çakarlar, saatler ve çeşit çeşit görgüsüzlükler... Görgü denen şey parayla alınamadığı için biz ancak parayla alınabilen şeylere takılıyoruz. Yapabileceğimiz maksimum şekil parayla dükkân kapatmak, çok pahalı markaların en dandik tasarımlarıyla, kimsenin parasının yetmediği ürünlerle, koltuk takımı gibi ya da Ankara’nın peyzajı gibi kötü kötü giyinmek...

Tarihle filan zaten alakamız yok. Sözde soran olursa tarihimize geri dönmek istiyoruz ama gerçekten alakamız yok. Cahil cahil dolaşıyoruz ortada. Yurt dışındaki durumumuz da maalesef artık tam bir köyün delisi modeli. Ne yabancı dilimiz var, ne mantıklı bir durumumuz var, ne sosyaliz, ne başka bir şey... Bir de zamanında bu işlerde yetkin olanlarla da entel dantel bunlar diye cart curt ediyoruz en fazla. Gelene atar, gidene atarla ömürlerimiz geçiyor da gidiyor. Gün geliyor ödüllere, gün geliyor değerlendirme kurumlarına, gün geliyor küresel ısınmaya, gün geliyor döviz kuruna atarlanıyoruz. Peki, dövizin bundan haberi var mı? Yok, tabii ki.

Ülkenin cüzdanını emanet ettiği kişi çıkıp utanmadan sıkılmadan ‘Ya dövüzün yükselmesünün ne ünümü var? Sen düvüzle mü maaşünu alıyorsun?’ diyebilecek kapasitesizlikte... Aslında ona da kızmayalım, o da biliyor dövizin ve kurun ne olduğunu ama söyleyemiyor ki. Söylese bir türlü, söylemese bir türlü. Türkülerle Türkiyem modelinde dönüyor dolanıyoruz. Artık ne eksiliriz ne artarız. İyice perişan düşmüş, kendi tohumu kendisine yasak, tarım arazilerine beton dökmüş, dere yataklarına şehirler kurmuş cahil bir medeniyetiz artık. Yazının başında kendimizi karşılaştırdığımız cahil gruplar en azından bu dediklerimi yapmıyor. Kendilerinden olamayanlardan nefret ediyor ama onların hayatlarını bu kadar karartamıyor. En fazla kendilerine, kendilerinden olmayanlardan nefret ediyor. Cahillikleri kendilerine ve kısıtlı bir çevreye zarar verebiliyor. Oysa farkımız fiyatımız. Hem en pahalıyız, hem en fakiriz. Kendi cebimizden çalıp, görgüsüz bir monarşi hayalinde yaşayan kısıtlı ve aşırı zengin bir azınlık ve onun üzgün ve çaresiz tebası...