Bundan 7-8 yıl kadar önce, derslerimden birini seçmeli aldığını söyleyen bir inşaat öğrencisi odama geldi. Söz konusu ders, öğrencilerin bir film fikrini baştan sona gerçekleştirmesi (öykü-senaryo-yapım-yapım sonrası) gereken uygulamalı bir dersti. Hayatında doğru düzgün fotoğraf bile çekmemiş, daha önceki derslerde verilen eğitimi almadığı için temel teknik ve teorik bilgilerden yoksun bu inşaat öğrencisiyle farklı bir ders işlemeye karar verdim. Odamdaki kocaman Ran (1985) afişini göstererek, Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın bu filmini bulup izlemesini söyledim. Delikanlı hevesle atıldı, “Karate filmlerini çok severim zaten hocam!” dedi.

Orada bir süre ağzım açık kala kalmış olmalıyım, çünkü ‘Japon filmi’ dendiğinde aklına sadece karate filmleri gelen biriyle ilk kez karşılaşıyordum. Neyse, Ran’ın Japon ortaçağına yerleştirilmiş bir Shakespeare uyarlaması olduğunu, karatenin ‘k’sini bile barındırmadığını söylemedim, filmi seyredip bu bilgiyi kendi kendine bulması daha iyi olacaktı. “Filmi izledikten sonra, Shakespeare adlı bir yazar var, onun Kral Lear isimli kitabını alıp okuyacaksın. Bu iki yapıt arasındaki benzerlik ve farklılıklarla ilgili bir çözümleme yapmanı istiyorum.” Delikanlı ödevi büyük bir hevesle kabul edip gitti.

***

Akira Kurosawa, ‘sinema tarihinin en büyük yönetmenleri’ listesinde benim için daima ilk 10’da yer alan büyük bir ustadır. Sadece adları geçtiğinde bile sinemaseverleri huşu içinde bırakan Rashomon (1950), Yedi Samuray (1954), Dersu Uzala (1975), Kagemusha (1980) gibi inanılmaz filmler yapmıştır. Tahtını üç kızı arasında paylaştırıp rahat bir emeklilik yaşamanın hayalini kuran Kral Lear’ın trajik hikâyesini Japon derebeyi Hidetora ve oğullarına uyarladığı Ran, sinemadan önce resimle uğraşmış Kurosawa’nın geleneksel Japon minyatürlerini kamerayla nasıl çizebildiğini gösteren bir başyapıttır.
Ran’ı neredeyse 30 yıl önce, İzmir Türk-Amerikan Derneği’nin sinema salonunda izlemiştim. Ama nasıl bir macerayla! İki gün boyunca, filmi seyretmek için gittiğim her seanstan elim boş döndüm çünkü salonun girişinde benden başka bekleyen olmuyordu. Kordon’daki birahaneler doluydu ama Ran seansları bomboştu -şimdi nasıl olduğunu bilmiyorum ama o zamanlar İzmir böyleydi. Sonraki yıllarda da, bırakın seyirci bulmayı, İzmir sinemalarının gösterim programında yer bile bulamayan Germinal (1993), In the Name of the Father/Babam İçin (1993) gibi birçok filmi izleyebilmek için kalkıp Ankara’ya gitmem gerekmiştir.

Sinemanın yetkilileri tek kişi için projektörü çalıştıramayacaklarını söylüyordu. Sonunda dayanamayıp çok sayıda arkadaşımı filme davet ettim. Bugün bile minnetle andığım bu ‘gelebilenler’ sayesinde Ran’ı izledim. Sonraki birkaç gün içinde filmi bir kere daha seyretmeyi başardım; her bir karesini beynime kazıyarak, sinemanın ne demek olduğunu orada yeniden öğrenerek...

Film gösterimden kalkarken de, yetkililerden rica minnet, afişlerden birini almayı başardım. 20 yıl sonra filmi bir inşaat öğrencisine ödev olarak verirken gösterdiğim Ran afişi odur işte.

***

BirFilm ve Başka Sinema sayesinde Ran yeniden gösterime girdi. Geçen hafta, oğlumla beraber bir gece seansında Ran’ı yeniden izledim. Elimde DVD’si var ama 15 yaşındaki delikanlının bu başyapıtı beyazperdede seyretmesini istedim.

162 dakika boyunca perdeye kilitlendik. Filmi beşinci defa değil de ilk kez seyrediyormuş gibiydim, Kurosawa’nın üç oğul için üç renk üzerinden kurduğu sembolik yapıya hayranlıkla bakakaldım.

Sonra inşaat öğrencisinin teslim ettiği ödevi anımsadım. Uzakdoğu sinemasını 20 küsur yaşına kadar karate filmlerinden ibaret sanan bu genç, beklemediğim kadar iyi ve satırlarından heyecan sızan bir çözümleme çalışması sunmuştu.

‘Büyük Kurosawa büyüsü’nün insanlar üzerindeki etkisi işte böyle dönem dönem ortaya çıkıyor, büyülüyor, değiştiriyor.