Siyaset cami düzleminde ilerliyor. İktidar ve muhalefet en büyük sorun cami yetersizliğiymişçesine bu konuya olağanüstü yoğunlaşmış bulunuyor.
Kamuoyu cami konusuna odaklanıyor.

Giderek büyüyen bu ilginin cami ile sınırlı kalmayacağı da çok açıktır.

YARIŞA DÖNÜŞTÜ

Başkan Erdoğan’ın İstanbul Levent’te yeni bir caminin temelini attığı günlerde Büyükşehir Belediyesi Başkanı M. Yavaş, kentin göbeği Kızılay’da bir cami yapılacağını açıkladı.


Oysa, Ankara’da cami yapımı için seçilen yere çok yakın iki büyük cami var; Maltepe ve Kocatepe.

Kaldı ki, Ankara gerçekten altyapı yoksulu bir başkent; metrosu çok yetersiz; havaalanı ile kent arasında raylı ulaşım yok. Şehirlerarası otobüs terminali-AŞTİ aşırı yoğunluktan etkin hizmet veremiyor. Orta ölçekli bir yağışta bil kentin cadde ve sokaklarını sel suları kaplıyor. Kuralsız yapılaşmaya ve Atatürk Orman Çiftliğinin yağmalanmasına devam ediliyor.

Başta Kurtuluş Savaşının ve Cumhuriyet kuruluşunun simgesi Ulus olmak üzere, Ankara’nın birçok yerinde yeni camiler yapıldı ve yapılıyor. Yeni cami yapılmasının hangi gereksinimden doğduğu; yapım kararının nasıl alındığı; başta K. Kılıçdaroğlu olmak üzere konudan kimlerin haberi olduğu Ankara halkına açıklanmıyor. Doğal olarak konunun halka sorulması da düşünülemiyor!

‘İHANET’

Başkan Erdoğan, Bakanlar Kurulu’nun 24 Kasım 1934’de aldığı ve Mustafa Kemal Atatürk’ün imzaladığı Ayasofya’nın müze olması kararını “tarihe ihanet” olarak nitelendirdi ve “hukuk dışıdır” dedi.

Daha sonraki konuşmalarında bu sözlerini yumuşatır görünse ve yandaşları Başkan öyle demek istemedi deseler de bu sözlerin üstü örtülemez. Diyanet İşleri Başkanı kararı, anında, “86 yıllık esaretin sonu” diye boşuna selamlamadı.

Önce, 1934 kararı aynı yaklaşımla değiştirilebilirdi. Bunun yerine konu, nedenini açıklama gereği duyulmadan Danıştay’a taşındı.

Sonra, Danıştay kararın gerekçesini Fatih Sultan Mehmet’in kılıç hakkına ve oradan kaynaklanan vakıf vasiyetine dayandırdı. Böylece Osmanlı’nın padişah ve diğer üst düzey yöneticilerinin, ülkemizde ve diğer ülkelerde bulunan vakıf temeline dayalı isteklerine hukuksal canlılık kazandırılmasının ve hak istemelerin yolu da ardına kadar açılmış oldu. Ülkenin getirildiği noktaya bakar mısınız? Yüzlerce yıl öncesinin vasiyeti, Osmanlı hukuku esas alınarak geçerli oluyor ancak Atatürk’ün 80 yıl önce yazılan İş Bankası hisseleri ile ilgili ve Cumhuriyet dönemi hukukuna dayalı vasiyetinin hiçe sayılması istenebiliyor.

Çok önemli bir nokta da şudur: Türkiye hızla yalnızlaştırılıyor. Şimdiye dek ülkenin üyesi olduğu uluslararası kurumların görüş ve önerileri ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi -AİHM kararları, iktidarın işine gelmiyorsa yalnızca reddediliyordu. Ayasofya ile birlikte bu yaklaşım kökten değişiyor.

Erdoğan’ın sözcüsü İ. Kalın, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu- UNESCO’nun Ayasofya kararını dünya kültür mirası anlayışına uymadığı gerekçesiyle eleştirmesini reddetmekle yetinmiyor; UNESCO kendi değerlerini gözden geçirsin diyor. Böylece, ülkemizi dünyanın dışına taşıma uygulamasının yeni ve çok önemli bir örneği daha sergileniyor.


Dahası var. Lozan Barış Anlaşmasının imzalandığı 24 Temmuz Cuma günü Ayasofya’da namaz kılınacakmış. Öyle görünüyor ki günlerdir hazırlığı yapılan Ayasofya namazı ile 2020 Yılı 24 Temmuz’u Siyasal İslamcıların Cumhuriyet düşmanlığının yeni bir ivme kazanmasına da tanıklık edecek.

Sonrası ise bilinmezliğin tüneline giriyor. Bu arada gözden kaçmasın; hep sözcü İ. Kalın konuşacak değil ya, CHP’nin son başkan adayı M. İnce Ayasofya konusunda da kendini tutamıyor. İnce, davet edilirsem o namaza katılırım diyerek hem kedisi için bir özel Ezan istiyor; hem de iktidar ile ertesi gün Kurultay yapacak olan ana muhalefeti Ayasofya’da birleştirme görevini üstlenmiş oluyor!

Kısaca, camiye kilitlenen siyaset, geçmişin cami-siyaset ilişkilerinden çok daha fazlasına gebedir.