Dünyanın gözü Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda. Oraya yürüyerek giren gazeteci Kaşıkçı’nın yürüyerek çıkmadığı kesin. Bundan ötesi şimdilik sadece olasılıklar.

Kaşıkçı’nın niteliği ve ilişkileri göz önüne alındığında, konsoloslukta dostça karşılanmadığı sonucuna varmak zor değil.

Peki, ne oldu? Dehşet hikâyelerinde anlatıldığı gibi içeride parçalanarak öldürüldü ve parçaları mı dışarı çıkarıldı? İçeride sorgulandı, tehdit edildi ve bu sırada kalp krizi geçirerek öldü de Suudiler bunu mu gizleme telaşında? Öldürmediler de daha derin sorgular ya da bir başka yerde öldürmek için diplomatik bir bagajda çıkarıp götürdüler mi?

Sorular çoğaltılabilir ve uzmanlar içeri girip “son derece gelişmiş bilimsel yöntemlerle” araştırma yaptığında mutlaka bazı yanıtlar da elde edilecektir.

Yakınları Kaşıkçı’nın “can derdi”ne düşmüş durumda ve bu son derece insani duyguyu paylaşmamak mümkün değil.

Bir başka devletin yöneticisini, Lübnan Başbakanı Saad Hariri’yi, ülkesine getirip orada rehin/esir alabilenlerin, muhalifleri saydıkları kendi vatandaşlarına yapabileceklerinin sınırı yok. Ancak, dilerim vahşet senaryoları gerçek değildir ve kaybettikleri Kaşıkçı’yı sağ salim bir yerlerden çıkarırlar.

Öte yandan, Türkiye için durumun “can derdi”nin çok ötesinde bir niteliği var. Böyle bir eylemin Türkiye sınırları içinde gerçekleştirilebilir olduğunun düşünülmesi bile başlı başına acı verici.

Kaşıkçı’ya istediği belgelerin yaşadığı ABD’deki Suudi temsilciliğinde verilmeyip Türkiye’ye yönlendirilmesinin arkasında acaba Türkiye’nin bu türden operasyonların yapılabilmesine “müsait” bir ülke olduğu düşüncesi mi yatıyor?

Bir devlet için “can derdi”nin ötesinde acı ve utanç verici olan budur!

Öte yandan, olan olduktan sonra, durumu bir parça da olsa düzeltmek ve aklından benzer şeyler geçirebilecek olanlara “müsait” olmadığını kanıtlamak için Türkiye’nin yapması gereken olayı açığa çıkarmak ve sorumlularına bedel ödetmektir.

Umarım, konsoloslukta araştırma yapacak olan polislerin, uzmanların, Adli Tıpçıların son derece gelişmiş bilimsel yöntemlerle çalışabilecekleri malzemeleri, araç ve gereçleri vardır!

Umarım vardır, çünkü artık bu türden malzemelerin alınıp kullanılabilmesinin ölçüsü “can derdi” oldu.

Her ne kadar Erdoğan, en son partisinin Kızılcahamam toplantısında, hep tekrarladığı şeyleri kendi içinde de çelişerek söylemiş ve “Kriz yok” demişse de, hastanelerden dökülen belgeler onu yalanlıyor.

Hoş, aynı konuşma içinde; hem “Her kriz beraberinde birçok fırsatı da getirir. Bu krizin üstesinden gelmek için, köklü değişimleri kısa sürede hayata geçirdik” deyip, hem de “Kriz diyor. Yav Türkiye’de bir defa kriz yok” diyerek o kendi kendini yalanlasa da, hastanelerin yalanlaması belgeli.

Gazi Üniversitesi Hastanesi, dövizdeki artış nedeniyle malzeme alımında sıkıntı olduğunu belirterek yaşamsal olmayan ameliyatların yapılmamasını istedi. Ordu Devlet Hastanesi de doktorlara acil durumlar dışında ameliyat yapmamaları talimatı veriyor. Gerekçe aynı; malzeme yok!

KTÜ Tıp Fakültesi Hastanesi stoklarında bazı hastalar için yaşamsal olan aferez seti bulunmadığını belirtip, kendilerine plazmaferez (kan sıvısı değişimi) için hasta gönderilmemesini istiyor. Dövizin malum durumu nedeniyle de aferez seti alımına çıktıkları halde hiçbir firma teklif vermiyormuş.

Resmi ağızlara bakarsanız kriz bir var, bir yok. Sonuçta yok ama! Kriz yok da, ameliyat yapacak malzeme de, yaşamsal önemdeki ilaçlar da yok!

Suudi Konsolosluğu’na girip de çıkmayan Kaşıkçı’nın “can derdi” Türkiye için aynı zamanda bir onur ve saygınlık derdidir. Konsoloslukta araştırma yapmasına izin verilen Türkiye, oradan somut sonuçlar çıkaramaz, olayı açıklığa kavuşturup sorumlularını ortaya koyamazsa, korkarım bu türden operasyonlar açısından ilişki durumuna “müsait” yazılacaktır. Bu, bir devlet için “can”dan da öte derttir!

Umarım döviz ve kriz durumu nedeniyle, uzmanlar konsoloslukta araştırma yapacakları malzemelerden mahrum kalmamıştır!