İstanbul dökülüyor, imgesel ve gerçek… Dökülen bu şehirde bir süre sonra kimsenin hatırası kalmayacak. İşte bu bir felaket!

“Ah işte şurada bir pastane vardı, ilk aşkımla orada buluşurduk. İlk defa profiterolü orada yemiştim, ismini aklımda tutmak için sürekli içimden tekrarlamıştım. Sipariş almak için garson gelince heyecanlanıp prolifetör gibi saçma bir sözcük çıkardı ağzımdan. Gülerdik, garson da gülerdi.”

“Beyoğlu Sineması’nın kafesinde oturup çayımızı yudumlayarak romanlardan konuşurduk.” Neden filmlerden değil de romanlardan? “Romanlardan konuşamayan filmlerden konuşamaz, sadece şu oyuncu güzel, şu sahne müthiş der, o kadar. Bütün iyi yönetmenler, iyi birer roman okurudurlar. Romanlardan konuşmak için de topluma ve insana dair bir fikrin olması gerekir.” Sanırım her şey için geçerli bir koşul bu. “Hafızası olmayanın fikri nasıl olsun?”

“İlk filtreli kahve içtiğim yer şurasıydı, liseye yeni başlamıştım, şimdi cep telefonu satan bir dükkân.”

“Beşiktaş’ta ve Kadıköy’de hasır diye bilinen çay ocakları vardı, oralarda toplanırdık.” Bunun sonu yok, hatırlamanın ve yazıklanmanın. Neden hep yediğin içtiğin yerleri hatırlıyorsun?

“Şimdi AVM aşkları vardır belki.” Olmaz mı, vardır. Belediyenin sokak lambalarına astığı saksılardaki çiçekler gibi. Onlar da çiçek… Neden o kadar yukarıda çiçekler, neden hep bir yukarı, gökdelenler…

Hatırlamak, hep hüzünlü mü olmak zorunda? Bu topraklarda hüzne doyuyor insan, bir süre sonra kusmak istiyor bütün hüzünlerini.

“Geçen gün, Paşabahçe vapurunun batırılacağına dair bir haber okudum. 1952 İtalyan yapımı. Önce savaş gemisi olarak yapımına başlanmış, İkinci Dünya Savaşı sona erince vapura dönüştürmüşler. Makine dairesinde, diğer vapurlarda olmayan çelikten bir kalp varmış.” Çelik kalpli bir vapur…

“Dağınıksın, çabuk dağılıyorsun.”

Aşktan konuşurken çelik kalpli vapuru hatırlamak mı dağılma?.. Deleuze’ün 'Klinik ve Kritik'te Whitman için yazdıkları geliyor aklıma. Amerikalılar, Avrupalılar gibi bütünsellik hissine sahip değillerdir diyordu: “Avrupalılarda, doğuştan bir organik bütünsellik ya da kompozisyon hissi vardır, ama parça hissini edinmelidirler ve bunu ancak trajik bir düşünce ya da felaket deneyimi yoluyla yapabilirler.” Amerikalıların edinmesi gereken de tam tersidir, doğal ve kendiliğinden bir parça hissine sahiptirler ve güzel kompozisyon hissine sahip olmaları gerekir. Benzer bir farklılık, ünlü psikanalistlerden Karen Horney’nin kitabında da rastlamıştım, ilk defa nevrotik bireylere ABD’ye gittiğinde rastladığını, Avrupa’nın derinlikli ve bütünsel tarihî yapısının insanlara nasıl yaşayacakları konusunda belirsizliklere neden olmadığını dile getiriyordu. Bir tarihin içinde yaşıyordu insanlar. ABD’de bilimkurgunun bu kadar gelişmesini, boş bir uzam içinde yaşıyor olmalarına bağlayan sinemacıları da düşününce…

Bütünsellik hissi, bu dökülen şehirde, ülkede gittikçe zorlaşıyor. Bu yüzden derin bir huzursuzluk içten içe… Sonu gelmeyen felaket deneyimleri de bu parçalanma hissini çoğaltıyor. Anılara tutunmaya çalışmak, nafile… Anıların tutunacağı mekânlar kalmıyor çünkü… Totalitarizm, yayılan bu parçalanma hissini, bir liderle simgeleştirdiği sahte bir bütünsellik inşa ederek telafi etmeye çalışır. Whitman’ın “arkadaşlar toplumu” düşü, Deleuze’e göre bu sorun için en gerçekçi çözüm: “Demokrasi bile, Sanat bile, ancak Doğa ile kurduğu bağıntılar dahilinde bir bütün oluşturur (açık hava, ışık, renkler, sesler, gece…); aksi halde sanat hastalıklı bir duruma, demokrasi de aldatmaca içine düşer.”