Hiç kuşku yok ki, Türkiye bir Orta Çağ gücünün saldırısı ve kuşatması altında. Siyasal İslamcı hareket, iktidarı ve devleti ele geçirmiş, laikliği ve seküler kamusal yaşamı temsil eden Cumhuriyet’i büyük ölçüde imha etmiş olsa bile, ülke bütünüyle düşmüş, toplum teslim olmuş değil. Bu nedenle toplumun yeni bir hesaplaşmaya hazırlandığı söylenebilir. Daha doğrusu ülke, tek tek insanların iradesi dışında, nesnel olarak böyle bir tarihsel hesaplaşmaya doğru sürükleniyor. Önümüzdeki 2023 seçimleri böyle bir hesaplaşmanın eşiği olabilir mi? Bu durum henüz tam olarak kestirilemese de büyük ölçüde böyle olacağı söylenebilir. Türkiye ya yeniden aydınlanma ve modernite kanalına girecek ya da akıl ve bilim çizgisinden bütünüyle koparak Emevi ideolojisinin kamusal yaşamı belirlediği bir yobazlığına teslim olacaktır.


İktidara el koyan siyasal İslamcı kadronun büyük bir güç haline geldiği, devletin bütün olanaklarını kullanarak, ülkeyi İslam dünyasının uzayan ortaçağına iade etmek istediği açıktır. Öyle ki, İktidar bu nedenle 300 yıla yaklaşan bir aydınlanma ve modernite birikimi olan toplumu, bütün kazanımlarını terk etmeye zorluyor. Fethullahçı çetenin 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimini bir fırsata çeviren AKP iktidarı, İslamcıların bütün fantastik dinci tezlerini yaşama geçirmeye çalışıyor. Böylece, yeni bir uygarlık modeli kurarak, daha doğrusu eski bir İslami modeli yeniden üreterek ülkenin kalkınacağını ve ilerleyeceğini sanıyor. Çünkü, Müslüman dünyasının geri kalmışlığının nedeni olarak, İslamcıların en büyük yanılgısını tekrarlayarak, “dinden uzaklaşma” ya da “İslam’dan sapma” olarak görüyor. Bu yaklaşımın mantıksal sonucu olarak önerilen çözüm ise “dine dönüş” veya daha fazla “dine sarılmak” diye konuluyor.

Bu yaklaşım; İslam dünyasının kendi Orta Çağ’ını yeniden üreten, tam anlamıyla bir kısırdöngüye sürüklenmesine yol açıyor. Türkiye’nin dramı budur. O nedenle, İslamcı tezler, tarihsel ve güncel olgularla çelişince, gerçeklere karşı yalana, çarpıtmaya, sahte bir bilgi dünyası oluşturulmaya çalışılıyor. Öyle ya; Allah’ın kelamını yeryüzüne hâkim kılmaya çalışanların iddiaları sırf kaynakları nedeniyle yanlış olamaz. Dolayısıyla, bu amaçla izlenen her yol ve yöntem “mubah” yani dinsel bakımdan sakıncası (günah) olmayan bir görev haline gelir. Kutsal bir “hak dini” olunca, ahlaka da gerek kalmaz.

Peki, iktidarı elinde tutan İslamcı hareketin, 1908 ve 1923 devrimleri ile İslam’ın Orta Çağ’ını aşma atılımını yapan (burjuva demokratik devrimi) ve bu yolda –bütün kusurlarına, eksikliklerine ve geç kalmışlığına karşın- önemli bir mesafeyi kateden, Türkiye’yi aydınlanma ve modernite kanalından çıkarabilir mi? Dahası bu bağlamda ciddi bir birikimi ve geleneği olan ülkeyi yeniden Müslüman dünyanın –devam eden- Orta Çağ’ına iade edebilir mi? Böyle bir olasılık var mı? Eğer varsa, bu olasılık karşı konulamayacak kadar güçlü mü? Bu sorulardan ilk ikisine “evet”, üçüncüsüne ise temkinli bir “hayır” yanıtı verilebilir. Çünkü, toplumların yaşamı her zaman determinist bir seyir izlemez, kimi tarihsel dönemeçlerde de volontarist etkenler belirleyici olur.

Bu yanıtların ne anlama geldiğini, yazının sonuç bölümüne doğru açacağım. Ama önce, söz konusu İslamcı iddiayı biraz daha irdeleyelim. Daha önce BirGün gazetesindeki kimi yazılarımda da üzerinde durduğum, bu konuyu aşağıda bir kez daha ele alarak derinleştirmeye çalışalım.

***

İslamcı tezlerin esasını oluşturan varsayıma göre; Türkiye’yi tarihsel ve kültürel bakımdan belirleyen temel etken İslam medeniyetidir. Osmanlı döneminde Meşrutiyet ile Cumhuriyet dönemlerinde Türkiye seçkinleri, büyük bir hata yaparak, geri kalmışlığın bir nedeni olarak gördükleri İslam uygarlık havzasından koparak Batı uygarlık dünyasına iltica ve iltihak etti. Oysa geri kalmışlığın nedeni İslam’dan uzaklaşmaktı. Ancak toplum yerinde kaldı. Dolayısıyla devleti elinde tutan elitler ile millet arasında bir uçurum oluştu. Bu uçurum on yıllarca süren bir kültürel çatışmaya ve yabancılaşmaya yol açtı. Bu anlamda devlet (cumhuriyet) ile millet arasında 100 yıldır devam eden bir kavga vardı. Biz (yani İslamcılar) bu kavgaya son vererek tarihi yeniden olağan seyrine kavuşturacağız.

Temel tez böyle olunca, İslamcılar için hedef elbette “devlet ile milleti barıştırmak” şeklinde belirleniyordu. Dolayısıyla bu çelişkinin çözümü olarak da Cumhuriyeti İslami ilkelere yaklaştırmak ya da bu ilkelere dayalı olarak yeniden yapılandırmak gerekiyordu. Bunun için laikliği din odaklı şekilde yeniden tanımlamak ya da bütünüyle ortadan kaldırmak, dolayısıyla kamusal yaşamı büyük ölçüde dinselleştirmek ve inanç merkezli bir bilgi/yaşam anlayışını egemen kılmak temel amaç haline geliyordu. Hedef, devlet ile millet arasında yeniden uyum sağlamaktı. AKP iktidarı bunu yapıyordu.

Bu varsayım ya da tez temelinden yanlış ve bilim dışıydı. Ama öyle sık tekrar edildi ki, İslami çevrelerde genel bir kabule dönüştü.

***

Yeniden Türkiye’ye gelirsek; öncelikle belirtilmeli ki, AKP yönetimi herhangi bir muhafazakâr ya da merkez sağ parti iktidarı değil. Karşımızda rejimi değiştirmeye çalışan, bu anlamda özü itibarıyla “sistem” dışı” siyasal İslamcı bir hareket ve iktidar var. Üstelik klasik faşist hareketler gibi devleti aşağıdan yukarıya fetheden, bunu başardığı gibi devletin dayandığı ideolojik ve kültürel ilkeler ile toplumun dokusunu büyük ölçüde değiştiren bir İslamo-faşist hareketle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Dolayısıyla bu iktidar, kolay kolay hedeflerinden vaz geçmeyecek, iktidarı kolaylıkla bırakmayacaktır. Bu anlamda çatışmalı ve sancılı bir döneme girildiği açıktır.

Ancak, gücünün zirvesinde olduğu belirtilen AKP iktidarı diğer yandan paradoksal olarak tarihinin en zayıf döneminden de geçiyor. Kitle tabanı giderek eriyor. Toplumun büyük kesimi (buna AKP’ye oy verenler de dahil) dinden olduğu gibi, akıl ve bilim çizgisinden de kopmak istemiyor. Bu nedenle imam hatip okullarının kontenjanları bir türlü doldurulamıyor. Çağdaş yaşam alanları yok edilemiyor. Kültürel hegemonya bir türlü kurulamadığı gibi, entelektüel inisiyatif cumhuriyetçi, laik ve sol çevrelerde bulunuyor.

Öte yandan, AKP’nin toplumsal desteği belli bir seviyenin altına inmiyor. Yüzde 30 bandı diyebileceğimiz bu seviye, Cumhuriyet tarihinin en yüksek oranına işaret ediyor. İşte bu durum, İslamcı hareketin toplumsal dokuyu tahminlerin ötesinde dönüştürdüğünü, insanların ekonomik ve sınıfsal taleplerinden çok ya da bunlarla birlikte ideolojik ve kültürel bir zeminde saflaştıklarını ortaya koyuyor. O nedenle, solun ideolojik ve kültürel mücadeleyi ihmal etmesinin, salt sendikal ve ekonomik talepler üzerinden bir mücadele hattı geliştirmeye çalışmasının çok büyük bir tarihsel hata olduğunu saptamak gerekiyor.

Öyle ki, laikliğin savunulmasının bile, soldaki liberal bozulmanın da etkisiyle orta kaldığı düşünülürse eğer, bu mevzi kayıplarının nedeni ve karşı devrimci kazanımların gerekçesi daha iyi anlaşılabilir. Eğitim sektöründe örgütlü olan sol eğilimli sendikaların uzunca bir süre ideolojik mücadeleyi, laikliğin savunulmasını ihmal ettiklerini, bu nedenle bölündüklerini ve güç kaybederek sektördeki inisiyatifi iktidar yanlısı memur sendikalarına kaptırdıklarını, 2000’li yılların acı bir deneyimi olarak biliyoruz.

Sonuç olarak belirtmeliyiz ki; eğer, ideolojik ve kültürel mücadeleyi ihmal etmeyen ve fakat kucaklayıcı olmayı başararak etkin ve birleşik bir direniş hattı kurulursa İslamo-faşist bir rejimin kurulma girişiminin başarı şansı bulunmuyor. Bu mücadele hattının kurulması ve gereğinin yapılması kolay değildir. İktidar olmanın da olanaklarından yararlanarak, bir iç çatışma sürecinin yaşanacağı varsayımına göre hazırlanan siyasal İslamcı hareketin böyle bir hamlesini sokakta karşılayacak bir güç henüz yoktur. Ancak, büyük bedeller ödense de toplumun böyle bir yobazlığa teslim olması da imkânsız görünüyor. O halde, sadece gerici saldırıyı yenilgiye uğratmak için değil, devrimci ve demokratik bir cumhuriyeti yeniden kurmak için hem ideolojik ve teorik hem de örgütsel ve politik bir hazırlık yapmak gerekiyor.