Almanya’da günlük ölüm sayıları 1000’e dayandı. Dehşet verici bir tablo! Bu noktaya yaklaşılırken Federal Alman hükümeti 1 aylık çok katı bir kapanma kararı aldı. Böylesi bir kararı alabilmek için, birbirinden ayrılamayacak iki şey; bunu yapabilecek bir ekonomik güç ve bu kararı alabilen bir siyasi irade gerekirdi. Vardı, yapabildiler.

Bizde iktidar, böylesi bir kararı alıp uygulayabilecek araçlara sahip değil. Küçük işletme sahipleri ve esnaflar kendilerine can simidi olarak ilan edilen ekonomik paketleri, “sadaka” olarak değerlendiriliyor.

Yoksulluk mu kaldı?” diyebilen bakanlar olması, o bakanların o gün ne kazanıyorsa onunla geçinen milyonları ve Covid-19’la mücadele önlemlerinin onların günlük kazanç kapılarını kapattığını görmemesinin sonucu.

Böylesi koşullarda toplumsal dayanışma ve yeni kolektif pratikler geliştirmek hem hayata tutunabilmek için bir zorunluluğa, hem de koruyucu bir soysal devletin ortadan kalktığı durumlarda en etkili muhalefet stratejisine dönüşüyor.

Covid-19 koşullarında dünyanın farklı yerlerinde ortaya çıkan yeni kolektif pratikler, başarabildikleri ve başaramadıklarıyla, dayanışma inisiyatiflerinin neoliberal mantık içerisinde pek de işlemeyeceğini de gösteriyor.

Kolektif pratikler, Covid-19’un yol açtığı sorunları aşarken/aşabilirken neoliberal mantığı terk etme zorunluluğuna işaret ediyorlar.

Bu köşede, daha önce, Covid-19’a karşı mücadelenin kolektif kültürün hâkim olduğu ülkelerde bireyci kültürün hâkim olduğu ülkelere oranla daha başarılı olduğuna dair araştırmalardan söz etmiştim. O çalışmalar, asıl başarının kolektif kültürle demokratik kültürün buluştuğu noktada ortaya çıktığını, kolektivist ama otoriter/totaliter topluluklarda aynı başarının görülmediğini de işaret ediyordu.

Bu bağlamda, birleşmesinin üzerinden 30 yıl geçen iki Almanya’nın karşılaştırıldığı metinler, karşılaştırmanın epeyce eksik boyutları olsa da, “Kolektivizm mi, bireycilik mi?” tartışmasında ibreyi neoliberalizmin kutsadığı bireyciliğin karşıtına kaydırıyordu.

Birleşmenin üzerinden 30 yıl geçtikten sonra, Alman vatandaşlarına “Doğu Almanya daha mı avantajlıydı?” sorusu sorulduğunda, Batı Almanların yüzde 51’i “bazı alanlarda”, yüzde 10’u da “birçok alanda” derken; Doğu Almanların yüzde 70’i “bazı alanlarda”, “yüzde 18”i “birçok alanda” diyordu. Avantajlı denilen alanların başında “toplumsal dayanışma” geliyor.

Almanların geneli, birleşmeden sonra neyin daha iyi neyin daha kötü olduğu sorusuna yanıt verirken; yüzde 43 toplumsal dayanışma alanında daha kötüye gittiklerini, yüzde 21 bir şeyin değişmediğini, yüzde 33 ise daha iyiye gittiklerini söylüyor. Bu, dayanışmanın Doğu’da daha güçlü olduğunu söylemenin bir başka yolu.

Covid-19 konusunda Doğu Almanya’da durumun daha olumlu olduğunu bilimsel bir kesinlikle söyleyebilmek için kırsallık, sanayileşme, nüfus yoğunluğu, yaşlı nüfusun genel nüfusa oranı gibi çok sayıda faktörle karşılaştırmalar yapmak gerek. Ancak, bir avantaja işaret edip, bunu kolektivist kültüre bağlayanlar az değil.

Bugün gündelik hayatlarımızı ve daha ötesi doğrudan canımızı tehdit eden pandemi koşullarında, karşı karşıya olduğumuz sorunların çözümü için, mutlaka bir başka dünyanın mümkün olduğuna olan inanç ve düşümüzle birleştirdiğimiz yeni kolektif pratikler geliştirmek zorundayız.

Önerip yapmaya çalıştıklarımızı ütopik bulanlar olacaktır. Ancak, Lefebvre’in dediği gibi; “Özgürlük ve mutluluk gibi eylemleri taahhüt eden fikirler ütopik unsurlar içermek zorundadır. Bu, böylesi ideallerin çürütülmesi demek değil, tersine hayatı değiştirecek bir projenin zorunlu koşuldur.”