“Dikip batıya gözlerini / Denizde bir noktaya / Sert olsun olmasın rüzgâr / Hep dururdu orada / Büyülenmiş gibi; / Sadece oraya / Mıhlanırdı gözleri / Başka yerde yoktu asla / O noktanın sihri.” John Fowles’un “Fransız Teğmenin Kadını” adlı romanı, Hardy’nin bu şiiriyle başlar. Melankoli deyince, aklıma nedense romanın gizemli karakteri Sarah gelir. Lyme […]

“Dikip batıya gözlerini / Denizde bir noktaya / Sert olsun olmasın rüzgâr / Hep dururdu orada / Büyülenmiş gibi; / Sadece oraya / Mıhlanırdı gözleri / Başka yerde yoktu asla / O noktanın sihri.”

John Fowles’un “Fransız Teğmenin Kadını” adlı romanı, Hardy’nin bu şiiriyle başlar. Melankoli deyince, aklıma nedense romanın gizemli karakteri Sarah gelir. Lyme Körfezi’nde bir dalgakıranın üzerinde kıpırtısızca duran karalara bürünmüş güzel bir kadın, saçlarını ve giysilerini savuran rüzgâra karşı…

Dalgakıranda, Sarah gibi açıklara bakıyorum, uzaktan geçen gemilere. Sanki onun gibi umutsuzca bir şeyin gelmesini bekliyorum. Lars von Trier’in filminde dünyaya çarparak yok edecek gezegenin adı değil miydi Melankoli?..

Melankoli, ister klinik ister normal düzeyde olsun, baş döndürücü bir dengesizliktir aslında. Freud, melankoliyi, “derin ve acılı bir yılgınlık” olarak tanımlamıştı; melankolik insan dünyaya ilgisini ve sevme yetisini yitiriyor, kendisini cezalandırıcı suçlamalarda bulunuyordu. İlginçtir, Freud, terapötik açıdan bir uyarıda da bulunuyordu “Yas ve Melankoli” kitabında, melankolik insanın kendisini mantıksız bir biçimde suçlamasına karşı durmak faydasızdı. Öyle durumlarda terapötik açıdan yapılacak en iyi şey, anlaşıldığını hissetmesini sağlayacak bir sessizlik oluyordu genellikle. Romandaki Sarah’la o dalgakıranda karşılaşsam, yanına oturup onun gibi uzaklara bakardım sessizce.

Fowles, Sarah’nın tuhaf bir aklı olduğunu yazmıştı, matematiksel bir akıldan ziyade, insanları kolayca anlayan bir akıl, çünkü insanları ve hayatı zihniyle değil kalbiyle görüyordu Sarah. İnsanların en iyi kalple görülebilme nedenini ise herhangi bir ahlaki ölçüt olmaksızın, yargılamadan, olduğu gibi görebilmeyle, hissetmeyle açıklıyordu. İnsanları değerlendirirken yapılacak en büyük hata, önyargılı ve ahlaki kriterlere göre yaklaşmaktı. Psikoterapide de ilk koşul, koşulsuz kabul ve yargılayıcı olmamak değil miydi? Psikoterapist, insanlara tanı koyulacak nesneler gibi yaklaşır ve kafasındaki kuramların sınırları dışına çıkamazsa gerçekte ne olduğunu göremez, duyması gereken şeyleri duyamazdı.

Günümüzde yas tutma ve melankoli, daha çok bir hastalık gibi değerlendiriliyor. Bunun nedenini, toplumsal bağların gevşemesiyle açıklayan düşünürler var. İnsanlar yalnızlaştıkça yas tutmayı beceremez, yastaki hüznü sindiremez olur çünkü. Yas, paylaşıldıkça sindirilebilir ve hayatla daha güçlü bağların kurulmasına neden olur. Elbette, melankolinin psikoza varan durumları da var, ama hüznün bütün türlerine patolojikmiş gibi yaklaşmanın sakıncaları da ortada. Sağlık olarak sunulan bu abartılı enerjik ve neşeli insan yaklaşımının, hüzünden kaçmak için kullanılan “manik savunmalar”a benzediği söylenemez mi?

 Sarah, dalgakırandan uzaklara bakarken bir gemi görür ve “Hiç dönmeyecek” diye mırıldanır. Charles, “Hiç dönmeyeceğinden mi korkuyorsunuz” diye sorar. Sarah’nın yanıtı, melankolik insanlara özgü o çelişkiyi barındırır: “Hiç dönmeyeceğini biliyorum.” Hiç dönmeyeceğini bildiği bir insanı beklemek… Öyleyse neyi beklemektedir Sarah? Dostoyevski’nin melankolikleri “yazılmaya değer en ilginç insanlar” olarak görmesi, tam da bu çelişkiden kaynaklanır.

Psikiyatrist Serol Teber’in sözlerini hatırladım, Sarah üzerine düşünürken: “Melankoli her şeyden önce total bir inkârdır. Başkaldırıdır. Burada ne devletten, ne Tanrı’dan bir şey beklenir. Yalnızca ‘hiçlik’ ve ölüme yakın yaşamanın korkusu, keyfi yaşanır.”

Sarah da şöyle demiyor muydu romanda: “Başkalarının anlayamadığı bir özgürlüğe sahip olduğumu düşünüyorum. Hiçbir aşağılama, hiçbir suçlama bana dokunamıyor.”