Karanlık bir odadayız ve tam tepemizde kırık bir ampul var. Ampulü değiştirmek isteyenlere izin vermiyor çoğunluk. Kırık diyenlere, yanmayacak diyenlere inat, içerisi aydınlıkmış gibi davranmaya çalışıyorlar, masa, sandalye, koltuk devire devire… Daha fazla dayanamayıp koridora çıkıyorum, koridor da karanlık ama en azından sakin. Koridora bakan odaların önünden geçerken fısıltılar duyuyorum, hukuksuzluklardan, eğitimdeki gerilemeden, sağlık sisteminin yetersizliğinden, işsizlikten konuşuyorlar kısık sesle. Başka bir odadan silah sesleri geliyor, belki bir gazeteci, belki bir çocuk… Kapısında Meclis yazan odadan tekme tokat sesleri, küfürler duyuluyor. Bazı odalardan ise vur patlasın, çal oynasın sesleri, alçalan ve yükselen dolarla ilgili haberler… Bir kapının altından önce gaz, sonra da kan sızıyor, içinde ırkçı sözlerin olduğu bir rap şarkısıyla birlikte.

Koridorun sonunda sessiz bir oda keşfediyorum, edebiyat yazıyor kapısında. İçeride herkes ayrı masaya oturmuş ve sadece kendi masalarını aydınlatan bir mumun ışığında, kendine yeten ve hiçbir şeyle ilişkilenmeyen gerçeklerini aceleyle yazıyorlar. Arada bir, birbirlerine bakıp duyulmayacak bir sesle, haset dolu sözler ediyorlar ya da birilerini çekiştiriyorlar.

Pencere kenarına geçip dışarıyı görmeye çalışıyorum, sis içerisinde görebildiğim tek şey, belli belirsiz bir sabah güneşi ve o güneşin aydınlattığı, kayalara usulca çarpan dalgalar… Arkama dönüp odadakilere gördüğüm şeyi söylemek istiyorum ama herkesin üzerine öyle bir bıkkınlık çökmüş ki, duyabilecekleri şekilde sesimi yükselterek konuşamıyorum, bir fısıltı dökülüyor dudaklarımdan, o fısıltıyı duyan birkaç kişi de gülümsüyor gördüğüm bir hayali anlattığımı sanıp, dalga geçer gibi… Gördüğüm sabah güneşinin ve dalgaların gerçekliğinden bir an kuşkuya düşüyorum. İşte tam o sırada telefon çalıyor, yanımdaki komodinin üzerinde çevirmeli bir telefon varmış. Kimse dönüp bakmıyor telefona, herkes çok meşgul, açıyorum telefonu, karşıdan bir ses, adımı söylüyor, arayan Adalet Ağaoğlu. Ara ara telefon açar dertleşiriz, bu defa geçen haftaki “Adanmış Yürek” yazımla ilgili aramış: “Yazının adını ‘Kasvet Hastalığı’ koymalıydın, Halim’le benim yaşadığım ruh hâlini anlatmışsın” diyor. Gençlerin kasvet hastalığına yakalanmasından şikâyet ediyor. Yazımın kasvetli olduğu kadar umutlu olduğunu söylüyorum, sahici umutların kasvetsiz olamayacağını… Bana diyor ki, “Biliyor musun, bütün bu hastalıklara, sorunlara rağmen, her sabah neşeli bir şarkı açıp şen kahkahalar atarak şarkıya eşlik etmekten vazgeçmedim.” İçinde bulunduğum o karanlık oda, Adalet Ağaoğlu’nun konuşurken cıvıldayan sesiyle aydınlanıyor sanki, sabah güneşinin huzmeleri sisin içerisinden uzanıp pencerenin parmaklıklarına yapışıyor, karanlığı sökmek istercesine.

Telefonu kapattıktan sonra, o havasız odada kalmak istemiyorum, yeniden koridora çıkıyorum. Bu karanlığın içinde kala kala, onların yarattığı saçma sapan gündeme saplanıp, insanın yüreğini içine akıtan onca dehşet dolu olaya tanık olup çaresizlikler yaşadıktan sonra, karanlığın düşüncelere, kalbe sızmasını engellemenin, karşı çıkmanın bir yolu olmalı. Çocukluğumun çizgi kahramanı He-Man’in “Gölgelerin gücü adına!” diye bağırması gibi, “Düşlerin gücü adına!” diye bağırmak geliyor içimden o an, ama çıka çıka ağzımdan neşeli bir ıslık çıkıyor.

Koridorda ıslık çalarak yürüyorum, şimdi ne derler, kapılardan biri açılıp üzerime gaz, tazyikli su, mermi, hakaret, küfür, mahkeme emri gelir mi diye düşünmeden. Bütün bu umutsuzluğun, karanlığın nedeni korku değil mi? İnsanlar, düşsel varlıklardır. Hiçbir insan, gündüz düşleri olmadan yaşamamıştır der Bloch. Bu düşler, kaçışa yarasa da, gerçeğe razı gelmeme anlamına da gelir. Yanmayan bir ampulün altında, hiç olmadığı kadar kendilerini aydınlıkta hissedenler de bir düştedir. Onlara ampulün gerçekte kırık olduğunu söylemenin bir faydası yoktur, inanmayacaklardır. Daha iyi bir düş, ihtiyaçlarını giderecek bir düş bulamadıkları sürece...

Pencereden gördüğüm şeyin bir düş olsa dahi sabah güneşi olduğundan emin oluyorum o an. Dalgaların sesi, duvarları aşıp ıslığıma karışıyor… Karanlığın indirgemeci ve sert dilini terk edip, dalgaların sesiyle konuşmak… Umudun sesi, böyle bir şey olsa gerek...