Başka türlü olsaydı her şey, askıda kalmış bir ülkede, bunca saçmalığın ve acının ortasında yaşamıyor olsaydık… Sanki her şey, bütün doğa, sokaklar altımızdan çekilip alınmış; birbirimize, kitaplara, anılara, umuda, bir şeylere tutunmamız gerekiyor düşmemek için. Belki de tutunmamalı, düşmekten korktuğumuz sürece, bu oyun böyle sürecek. Onların yaşadığı ise daha büyük bir çaresizlik. Sahip oldukları güç bir işe yaramıyor, rahat olamıyorlar bir türlü, korkuyorlar. Söyledikleri ve yaptıkları birbirini tutmadıkça büyüyen bir çaresizlik…

Bu çaresizliğin gülünç pek çok yanı olsa da, toplumun belleksizliğine dair acı bir bilgiyi de taşıyor. İnsanların çoğu, görüyor ama görmüyor, biliyor ama bilmiyor, boş bir bakış... Geçmişle yüzleşilememesi yaraları derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor, hep aynı travmaların defalarca yaşanmak zorunda kalındığı bir oyun…

Asıl büyük çaresizliğimiz, Ranciere’in “Demokrasi Nefreti”nde yazdığı gibi, gerçekte hiçbir zaman bir demokraside yaşamamış olmamız. Bize demokrasi diye sunulan şey, bir devlet yönetme biçiminden başka bir şey değil. İstediğimiz sadece, elimizdeki şu özgürlük kırıntılarının da alınmaması, devletin kendi yaptığı yasalara uyması. Sadece bunu istiyoruz düşünsenize, devlet, kendi yaptığı yasalara, verdiği sözlere sâdık kalsın. İktidar, kendisine oy vermeyenleri dışlayarak, eşitsizliği körükleyen politikalara sarılarak, bu kutuplaşmayı ve nefreti, yıkıcı bir noktaya getirmesin. Sonra da istikrar ve huzurdan bahsediyorlar.

“Aşk kadar büyük olan küçücük şey”
Bunları yazarken gülme tutuyor beni, çok saçma diye geçiriyorum içimden, hâlâ alışamadım ya bütün bu saçmalıklara. Sanki içimde başka biri var, benden bağımsız biri, doğduğumdan beri bu ülkede yaşamıyormuş gibi davranıyor. Kendi ülkesi var, düş ülkesi gibi bir şey. Kendi İstanbul’u, İstanbul’da bir Kadıköy’ü var, kafasına göre takılıyor, sanki bir filmin içindeymiş gibi, her gün yeni bir film. Sanırım yazmamı ve yaşamamı onun bu düş ülkesine borçluyum. Bu aralar, bir aşk romanı yazmam için zorluyor beni, bahar da gelmişken. Marguerite Duras’nın “Mavi Gözler Siyah Saçlar” romanını zorla yeniden okuttu, öyle bir şey yazmamı istiyor. Foucault ile Cixous’un Duras hakkında konuştukları söyleşiyi buldum romanı okuduktan sonra, “Sonsuza Giden Dil”de. Cixous, şöyle diyordu söyleşide: “Sanki bizim tüm arzularımız, aşk kadar büyük olan küçücük bir şeye yeniden yatırılmış gibidir. Evren diyemem, ama aşk. Ve bu aşk, her şey olan bu hiçtir.”

“Aşk kadar büyük olan küçücük şey” sözünü düşünüp durdum. Geceleyin uyutmayan bir dalga sesi vardı kulağımda, “beni deniz çağırıyor” deyip sabahın köründe yola düşmüştüm. Bir yandan romanı düşünüyordum: “Kadın uyanır. Erkeğe bakar. Sorar: Kimsiniz? Erkek yanıtlar: Hatırlasanıza. Kadın hatırlar: Siz o deniz kıyısındaki kafede ölmekte olan adamsınız.”
Deniz kıyısındaki kafede yazıma kaldığım yerden devam ederken, martıların haykırışları, düşüncelerimi bölüp duruyor. Duras’nın romanlarında aşk, insanların birbirlerini fethetmeye çalıştıkları bir mücadele alanı değil, bir mücadele var ama bu daha çok varoluşa dair. Herkes kendi yalnızlığının farkında ve o yalnızlık, tutkunun asıl kaynağını oluşturuyor. Romandaki, erkekle kadının yan yana yatarlerken yaşadıkları derin mutluluktan korktukları sahne, büyük olan küçücük şeyi, pek güzel özetliyordu. Mutluluk, arzulanan ama korkulan bir şey, yüzeysel olanlar hariç. Altüst edici olduğu için belki de…