Erdoğan-AKP iktidarı ülkeyi yönetme ve tolumdan ideolojik rıza üretme yeteneğini yitirdikçe, giderek artan oranda siyasal şiddet kullanma yoluna gidiyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanan durum budur. Devletin şiddet aygıtları, son yıllarda hiç olmadığı kadar yoğun ve etkin bir şekilde siyasal ve toplumsal yaşamı düzenlemek için kullanılıyor.

Diğer taraftan, adliye ve kolluk güçleri marifetiyle uygulanan baskı rejiminin bu ölçüde öne çıkmasında, rant dağıtım araçlarının işlevsizleşmesinin rolü de bulunuyor. Ülke kaynaklarını tüketen siyasal İslamcı iktidar, artık eskisi gibi bir bakıma “suç ortağı” da yaratacak boyutta rant dağıtamıyor. Artan yoksullaşma, açlık ve sefalet karşısında çaresiz kalıyor.

Ancak, şunu bir kez daha anımsatmak gerekiyor: Hiçbir iktidar onu değiştirmek isteyen güçler gerekli siyasal iradeyi gösteremedikleri, etkin bir mücadele yürütmedikleri, tarihsel bir cesaret ortaya koyamadıkları taktirde kendiliğinden yıkılmıyor. Siyaset sosyolojisinin bu basit yasası, bugün ne yazık ki muhalefet alanının önemli güçleri tarafından bir türlü kavranamıyor.

Yine bilinmelidir ki, salt ekonomik kriz, yoksulluk ve sefalet de bir iktidarın kendiliğinden yıkılmasına yol açmıyor. Bir iktidarı almak ve yenisini kurmak isteyen güçler, tarihin ruhuna ve toplumun yeni ihtiyaçlarına uygun bir siyasal programla toplumun önüne çıkmaz ve etkin bir mücadele yürütmez ise yine hiçbir iktidar kendiliğinden yıkılmıyor.

Daha da önemlisi, yeni bir rejim kurmak isteyen, sadece siyasal ve tarihsel paradigmayı değil, kültürel ve toplusal dokuyu da değiştirmeyi hedefleyen bir iktidar, etkin bir ideolojik mücadele yürütülmeden yerinden bile oynatılamıyor. İşte öncelikle AKP’nin böyle bir parti ve iktidar olduğunu kavramak gerekiyor.

Ancak, daha önceki yazılarımda da altını çizmeye ve dikkat çekmeye çalıştığım gibi, başta kültürel ve ahlaki iktidar olmak üzere, ülke hala -tam olarak- AKP’nin hâkimiyetinde değil. Öyle ki, bir önceki çağın değerler dünyasına, siyasal kültürüne, estetik anlayışına dayanan İslamcı hareket, tam da bu nedenle yeni bir düzen kuramıyor. Çünkü, İslamcı hareketin tarihsel meşruiyeti bulunmuyor. Geri olanı, insanlığın aştığı değerleri ve hayat anlayışını temsil ediyor. Görgüsüz, bilgisiz, rüküş ve ‘demode’ bir hareket olmanın ötesine geçemiyor. O nedenle Erdoğan, “Siyasal iktidar olduk ama, kültürel bakımdan egemen olamadık” diye hayıflanıyor.

AKP yönetiminin Bogaziçi Üniversitesi konusundaki inadı ve saldırgarlığının arkasında da bu olgu yatıyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin öğrenci ve akademisyenlerinin direnişinin iktidarı bu ölçüde sarsmasının nedenini de yine aynı gerçeklikte aramak gerekiyor. Tablo açıktır: İktidar korkuyor. Direnişin yaygınlaşmasından ve saltanatı yitirmekten ödü patlıyor.

ÜLKE TESLİM OLMAYA ZORLANIYOR

Mevcut anayasal kurallara göre yeniden seçilemeyeceği neredeyse kesin olan Erdoğan’ın kendi seçmen kitlesi üzerindeki etkisi, inandırıcılığı ve ikna yeteneği de giderek azalıyor. Bu nedenle, bütün kamuoyu araştırmalarında toplumsal temelinin eridiği görülen AKP-MHP ittifakı, hiç kuşku yok ki olası çöküşü engellemek için elinden geleni yapmaya hazırlanıyor.

Bir darbe ürünü olan ve ancak sahte (mühürsüz) oylar geçerli sayılarak çok küçük bir farkla geçirilen 2017 Anayasa'sı, daha üzerinden 3 yıl geçmeden çökmüş görünüyor. Bu nedenle Erdoğan yeni bir anayasa yapmaktan söz ediyor. Belli ki, cumhurbaşkanlığı için yeniden aday olmak istiyor. Bunun için Anayasa’daki seçim yöntemini değiştirerek oy kaybının yol açtığı bir yenilgiden kurtulmayı amaçlıyor. Seçilmek için gerekli olan yüzde 50+1 oranı yerine, salt çoğunluk sistemini getirerek, tıpkı İstanbul Belediye Başkanlığı’na seçildiği gibi, denk gelirse yüzde 24 oy alsa bile koltuğunu kurumayı hedefliyor. Bu arada, işlevsiz de olsa mevcut Anayasa’da yer alan, “laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti” gibi ilkelerden ya tümüyle kurtulmak ya da alabildiğine sulandırarak anlamasızlaştırmak istiyor.

TOPLUMSAL ANKSİYETE

Bu arada ülke, her şeyin kötüye gittiği duygusunun, karamsarlık ve umutsuzluğun toplumda yayılmaya başladığı bir dönemden geçiyor. Toplum acı çekiyor. En kötüsü de, “çaresizlik” duygusu, koronavirüs salgınından daha hızlı bir şekilde ülkede yayılıyor.

Bu çaresizlik duygusunun yayılmasındaki en büyük etken, ülkeyi krizden ve çöküşten çıkaracağı düşünülen ilerici güçlerin ve siyasal hareketlerin programsızlığı, casaret yoksunluğu, örgütsüzlüğü ve dağınıklığı oluyor. Bu durum toplumun dinamik güçlerinde de bir içine kapanma haline, dahası çürümeye yol açıyor.

Özetle; geçen haftaki yazımda da vurguladığım gibi, eski düzen ve “dünya ölürken yenisi doğmakta zorlanıyor” ve bu durum ülkede bir gelecek kaygısı yaratıyor. Belirsizlik duygusunun –ki insanı en fazla tedirgin eden duygu olduğu belirtiliyor- yayılmasıa yol açıyor. Ergin Yıldızoğlu’nun kullandığı kavramla ifade edersek eğer, toplumsal bir “anksiyete” hali, yani yaygın bir belirsizlik duygusu, gelecek kaygısı ve tedirginlik durumu oluşuyor.

TOPLUMUN KENDİLİĞİNDEN DİRENİŞİ

Oysa, gerçekte tablo hiç de sanıldığı gibi kötü değil. Çünkü toplum, örgütsüz ve siyasal önderlikten yoksun da bulunsa, kendiliğinden direniyor. Devleti ele geçiren Erdoğan-AKP iktidarı, kamu gücünü elinde bulundurduğu, hukuku askıya aldığı, baskı aygıtlarını sorumsuzca kullandığı ve bütün rant dağıtım araçlarını kontrol ettiği halde, toplumun yüzde 50’den fazlası, 18 yıldır hiçbir şekilde teslim olmuyor, “hayır” demeye devam ediyor.

Dolayısıyla, umutlu olmak için yeterli neden bulunduğu gibi; bu direniş ve potansiyel, siyasal mücadeleyi daha ileriye taşımak için de yeterlidir. Bütün sorun, toplumdaki bu potansiyel erenjiyi kinetik enerjiye çevirmektir.

Elbette şöyle de düşünülebilir: Toplumun yüzde elliden fazlası direniyor direnmesine ama diğer yüzde 50’yi ne yapacağız? Öncelikle bu sayının yüzde 50 değil, yüzde 35-40 düzeyinde olduğunu saptamak gerekiyor. Böyle de olsa bu oranın çok yüksek olduğu açıktır. Kültürel ve ideolojik gerekçelerle AKP iktdarını destekleyen küçümsenemeyecek bir toplumsal kesim bulunuyor.

Ancak, bu siyasal ve toplumsal tabloya daha yakından bakıldığında, durumun farklı olduğu da görülüyor. Birincisi; iktidarın yanında görünen ve zaman zaman yüzde 50 düzeyine kadar tırmanan bu yüzde 35-40’lık kesim içinde de Cumhuriyet aydınlanmasından payını alan ciddi bir kitle bulunuyor. Gerçek anlamda şeriat rejimi isteyen toplum kesiminin yüzde 10-12 düzeyinde olduğu biliniyor. Salt bu güce dayanarak, tarihin akışını değiştirmek ve ülkede bir şeriat düzeni kurmak, toplum “intihar” etme yolunu seçmez ve gerekli direniş gösterilirse eğer, çok zor görünüyor.

ÇIKIŞ YOLU HEP VARDIR

Sonuç olarak; Türkiye, totaliter bir rejim inşa etmeye yönelen siyasal İslamcı iktidarın yarattığı kuşatıcı baskı ile, bu girişime karşı koyan toplumsal direniş odaklarının yarattığı gerilim ikliminde salınıyor. Toplum, tarihsel yönünün yeniden belirleyeceği bir yol ayrımında duruyor. Bütün uzlaşma zeminlerinin imha edildiği bu süreçte, sert bir çatışma ve kırılmanın yaşanması ise kaçınılmaz görünüyor.

Önemli olan şudur: Türkiye gericiliği ne yapmak istediğini biliyor, hedefleri belli... Buna karşılık, ülkenin ilerici, cumhuriyetçi, sol ve laiklikten yana kesimleri, büyük ve dinamik bir güç olmalarına karşın, bu saldırıyı karşılayacak bir örgütlülük, program ve liderlikten yoksun görünüyor. Özellikle sosyalisit ve devrimci solun etkisizliğinin, toplumsal ve tarihsel maliyetinin büyük olacağını bilmek gerekiyor. Sosyalist solun zayıflıgı ve etkisizliği, cumhuriyetçi solun (sosyal demokrasi) ve diğer ilerici güçlerin daha da sağa savrulmalarına ve etkisizleşmesine yol açıyor. Günümüzün asıl sorunu budur.

Bu anlamda, ihtiyacımız olan şey ilerici, kamucu, halkçı ve cumhuriyetçi bir cephe oluşturmaktır. Devrimci ve sosyalist solun yeniden bir siyasal ve topumsal güç haline gelmesi böyle bir cephenin etkin bir öznesi olmasına ya da bu yönde samimi ve ısrarlı bir çaba göstermesine bağlıdır. Bu, net bir programa ve hedeflere sahip, önderlik boşluğunu dolduracak bir cephe olmalıdır.

Bütün dünyada siyasal İslamcılığın iflas ettiği bu tarihsel kesitte, gericiliğin ülkemizde başarılı olması için bir neden bulunmuyor.