Hastalıkların tedavisinde ilaçlar kadar perhiz de önemlidir. Onun için, uzun süredir tedavi gören hasta taburcu olurken yakınları doktor odasına gelir. Hastanın durumu, hastalığın muhtemel seyri, ilaçları nasıl kullanacakları, filan…
Son soru…
Peki, hastamız ne yesin, doktor?
Doktor da tarif eder.
Şunu yesin, bunu yemesin, onu yesin, ötekini yemesin. Aynı seremoni kontrol muayenelerinde de tekrarlanır. Onu yesin, bunu yemesin, şunu yesin, ötekini yemesin.
Sonra hastalık iyice ilerler… İlaç, perhiz, tedavi kâr etmez hale gelir. Hasta yakınları gene sorar… Peki, hastamız ne yesin, doktor? Cevap… Bu saatten sonra bırakın ne yerse yesin!...
• • •
Geçen pazartesi Hürriyet’te Cansu Çamlıbel’in Noam Chomsky röportajı yayımlandı.
Hürriyet her ne kadar “Avrupa ırkçıdır, Türk’le aynı sokakta yürümez” başlığını öne çıkarmışsa da, çok daha kapsamlı ve değerli bir söyleşi olmuş, kaçırdıysanız mutlaka okuyun, derim.
Röportajın bir yerinde şöyle demiş Chomsky…
Türkiye, eğitimli ve entelektüel kesimleri devlete karşı bu kadar keskin tavır alan tanıdığım tek ülke.
Bu her yerde olan bir şey değil, farkına varın.
Temkini elden bırakmayıp “tanıdığım tek ülke” demesine bakmayın…
Dünyada tanımadığı pek ülke yoktur, ihtiyarın.
Gerçekten de, Türkiye’de eğitimli ve entelektüel kesimler, askeri darbe dönemleri de dahil, her daim güçlü bir muhalefet odağı oldular.
Ve fakat, ne yazık ki, AKP döneminde böyle olmadı. Eğitimli kesimler ve onların örgütleri aynı keskin muhalif tavırlarını sürdürdüler ama…
Entelektüel kesimde trajik bir kırılma yaşandı.
Başta sosyalistler olmak üzere birçok aydın muhalif tutumlarını devam ettirirken…
“Sol liberal” olarak tanımlanan ve de iktidarın kendilerine sunduğu olanaklarla sesleri daha yüksek çıkanlar, AKP’nin, eskisinden daha otoriter, daha totaliter, daha baskıcı bir rejim kurma sürecine ciddi destek verdiler.
Bu desteğin şahikası ise 2010 referandumundaki “Yetmez Ama Evet” kampanyası oldu.
İşte o entelektüellerden Murat Belge geçen hafta “Kandırıldık” demiş.
Bu saatten sonra…
Bırakın ne derse desin!...
• • •
12 Eylül olmuş, askerler yönetime el koymuş, parlamento kapatılmış…
Sokağa çıkma yasakları, gözaltılar, tutuklamalar, yargısız infazlar, işkenceler, idamlar.
Nazlı Ilıcak Tercüman’daki köşesinde“12 Eylül ne bir darbedir ne de ihtilal” diye yazmıştı.
Gel zaman git zaman, darbe karşıtı oldu.
Her gece üç televizyon kanalında zuhur edip askeri darbelerin bünyeye zararlarını anlattı.
Geçen hafta da polis tarafından basılan Bugün TV’de “Biz de solcu arkadaşlar gibi zulme direnmeyi öğreniyoruz” demiş.
Öğrenmenin yaşı yoksa da…
Bu saatten sonra…
Bırakın ne direnirse dirensin!...
• • •
Dün seçimler oldu.
Siz yazıyı okurken kesin olmayan sonuçlar belli olmuş olacak da ben yazarken oy verme işlemi devam ediyordu.
Seçim sonuçları ne olur, AKP tek başına hükümet kuracak sayıyı yakalar mı, yakalayamazsa kim kiminle koalisyon kurar bilemem de…
AKP Haziran İsyanı’nda öldürücü darbeyi almıştı. O günden bu yana, tıpta “agoni dönemi” deriz, debelenip duruyor.
Bu saatten sonra…
Bırakın ne debelenirse debelensin!...
• • •
Yeter ki, dost bildiklerimiz “Memleketi hükümetsiz bırakmayız” filan diye AKP’nin ömrünü uzatmasın.
Yeter ki, biz, 7 Haziran seçimlerinden sonra yaptığımız hatayı yapmayalım.
Gereksiz iyimserliklere, anlamsız kötümserliklere de tabii, kapılmayalım.
Boşluk vermeyelim…
Meydanı Saray’a bırakmayalım.
Bir de…
Geçen akşam İstanbul Tabip Odası’ndaki toplantıda Jose Mujica da söyledi…
Elimizde büyüteçle birbirimizin hatalarını aramaktan vazgeçelim.
Ve de…
Solun en büyük başarısının birlik olmak olduğunu unutmayalım.
Uruguay’da yetmiş yıldan sonra başarmışlar.
Niyet eder ve çok çalışırsak biz de başarabiliriz.