Son bir kaç haftadır odağını dinsel-kültürel çatışmaların oluşturduğu romanlar okuyorum. Hikâyesini Doğulu ile Batılı’nın (Müslüman olan ile olmayanın) gündelik hayata ve birbirine bakışı üzerine kuran bu romanlar genellikle iki eğilim üstünde yükseliyor. İlkinde Batılı’nın Doğulu’yu ‘bozma’ (dinsizleştirme) çabaları ama ‘Doğulu’nun Allah’ın yardımıyla değerlerini koruması’ anlatılırken, çoğu örneği post-kolonyalist döneme denk düşen ikincisinde “Batılılar bizi hiç tanımıyor. Oysa İslam’ı bilseler bizi severlerdi.” düşüncesi -kabaca “Gerçek İslam bu değil!” söylemi- dile getiriliyor.

Bunlardan en ilginci, Senegalli yazar Cheikh Hamidou Kane’nin hem bu iki bakış açısını içeren hem de din-insan ilişkisini oldukça sado-mazo biçimde kuran Ambiguous Adventure (Belirsiz Macera) adlı romanı. 1962’de yayımlanan kitap, çocukluğunu Kuran eğitimiyle geçiren Samba’nın orta ve yüksek öğrenim için Fransa’ya gidişini, orada yaşadığı kimlik sorunlarını tamamen İslami perspektifle anlatıyor. Müslüman teröristlerin Paris’te Charlie Hebdo çizerlerini öldürmesinden, şeriatçı Boko Haram’ın Nijerya’da 2000 kişiyi katletmesinden birkaç gün önce okuduğum şu satırları hiç yorum yapmadan aktarıyorum. Bu nasıl bir dünya tasarımıdır, ne kadar eleştireldir, ne kadar hoşgörülü ve ne kadar dehşetlidir, ‘gerçek İslam’ nedir ne değildir, siz karar verin:

“Thierno o gün onu tekrar dövdü; Samba Diallo kutsal ayetleri hâlâ ezberleyememişti. Tam da dilinin ucundaydı ki, Thierno sanki günahkârlara vaad edilen cehenneme giden yolun beyaz alevli taşlarına basmış gibi sıçradı, işaret ve baş parmağıyla Samba Diallo’yu baldırını en etli kısmından yakalayıp sertçe sıktı. Çocuk acıyla yutkunup titremeye başladı. Çektiği acıyla hıçkırığı göğsünde ve boğazında düğümlenirken, kutsal kitaptan ilk seferinde okuyamadığı ayeti zayıf ve çatlak bir sesle, kekeleyerek, ama doğru biçimde okudu. Hocanın öfkesi daha da yükseldi: ‘Vay vaay, demek hata yapmadan okuyabiliyorsun ha?! Peki neden hata yapıyorsun? Ha, neden?!’

Hoca, Samba’nın baldırını bıraktı. Şimdi kulağından tutuyordu. O kadar sıkıyordu ki, kıkırdağın iki yanındaki tırnakları birbirine değiyordu. Her ne kadar bu cezaya sık sık maruz kalıyorsa da küçük oğlan ağzından kaçan iniltiyi engelleyemedi. Hoca tutuş şeklini değiştirdi, şimdi kıkırdağı başka bir yerden deliyordu. Çocuğun yeni iyileşmiş yaralarla beyazlaşmış kulağı kanamaya başladı. Vücudunu yakan acıdan uzaklaşıp ayeti doğru okumak için tüm gücüyle uğraşan Samba Diallo’nun bedeni titriyordu. ‘Rabbinin sözlerini dosdoğru okumalısın. O, okuyasın diye sözlerini göndererek sana merhamet etti. Bu sözleri nasıl okuyacağımızı yeryüzünün efendisi gösterdi. Ve sen, dünya toprağının sefil ahmağı, efendimizin okuduğu gibi okuma şerefine erecekken dikkatsizliğinle o sözlere saygısızlık edecek kadar ileri gidiyorsun. Dilin bin kere kesilse yeridir!’ “Evet hocam... Affedin... Bir daha hata yapmayacağım. Dinleyin...’ Titreyerek ve yutkunarak, bir kez daha tekrarladı ışıldayan cümleleri. Kalbi vahşi bir hızla atıyor, vücudu alev alev yanarken yalvaran gözlerle, sesi gidip gelerek okudu. Bu ayetin –uğrunda şehit olacak kadar acı çektiği ama anlamadığı ayetin- gizemli ve hüzünlü havasını seviyordu. Bu ‘söz’ diğer sözlere benzemiyordu. Istırap talep eden bu söz Allah’tan geliyordu, bizzat Allah’ın sözüydü, mucizeydi. Hoca haklıydı; Allah’ın sözü, tam da O’nun istediği gibi söylenmeliydi. Onu tahrif edenlerin hakkı ölümdü.

Çocuk acısının efendisi olmayı başardı; ayeti hiç takılmadan, sanki vücudu acıdan zonklamıyormuş gibi sakince okudu. Hoca çocuğun kanayan kulağını bıraktı. Oğlanın narin yüzünde tek bir damla bile gözyaşı belirmedi. Sesi sakin ve ölçülüydü, Allah’ın sözleri hararetli dudaklarından saf ve berrak bir şekilde akıyordu. Dünyanın görünen ve görünmeyen, geçmiş ve gelecek tüm bütünlüğünü kendi içine taşıdı. Okurken acı çektiği ‘söz’ yeryüzünün mimarıydı, dünyanın kendisiydi!” (İngilizce’ye çev: Katherine Woods, Melville House Books, 1962)