Rıfat Ilgaz’ın çok güzel bir öyküsü var: Radarın Anahtarı. Boğaz’ın sisle kaplandığı bir gün Üsküdar’dan vapura binen İstanbullular ulaşmak istedikleri yere bir türlü ulaşamazlar, çünkü vapur çalışmaz, çünkü kaptanın dediğine göre, böyle sisli havalarda geminin kazasız belasız ilerlemesini sağlayacak olan radarın anahtarı yoktur:“Kaptan artık palamarı çözmeğe karar veriyor. Radara güvenip çıkmak istiyor yola. Ama radarın anahtarı yok! Gemicilerden biri: ‘Radann anahtarı çaycıda!...’ diyor.‘Çaycı nerde?...’ -‘Yok!‘.

Çocuk okuluna gidecek, okuyacak adam olacak. Baş­kan olacak. Başbakan olacak ama, radarın anahtarı çaycı­da… Çaycı ortalarda yok!... Memur dairesine geç kaldı. Bir ayak önce masasının başına geçip ‘asiyabı devleti’ döndü­recek ama radarın anahtarı çaycıda! Daktilo bayan, makinesinin başına geçecek, gel gelelim anahtar yok, radarın anahtarı!...

‘Kimde?’ -‘Çaycıda!’ -‘Çaycı nerde?’ -‘Ya çaya gitti, ya şekere… Ya da aldı başını gitti!’ Herkes çaycıyı soruyor da biri çıkıp da: ‘Peki, şu radarın anahtarı çaycıda ne geziyor!’ demiyor hiç! Bütün işler böyle gidiyor bu günlerde. İtin önünde ot… Atın önünde et. Radarın anahtarı da çaycıda... Ne iştir bu!” (Radarın Anahtarı, Yalçın Yay., 1982) Yolcular çaycının çırağının dağıttığı berbat çayı içerek beklemeyi sürdürür.

Geçen hafta haberlere konu olan bir olay, anahtarın hâlâ bulunamadığını, gidişatın son zamanlarda daha da fenalaştığını gösteriyor: “Siirt’te yaşayan bir kepçe operatörü uçan araba yaptı.”

İlgili videoda ve haber fotoğraflarında görülen şey bilimsel/bilgisel sefaletin somut hali: Oyun parklarındaki salıncakların iskeleti kadar bile güven vermeyen tuhaf bir platformun dört bir yanına yerleştirilmiş, ancak vantilatör olarak kullanılabilecek dört pervane, platforma serilmiş bir seccade, seccadenin üstüne konmuş iki ofis sandalyesi ve google maps uygulaması çalıştırılan bir tablet... Hevesli mucit şunları söylüyor: “Araba 15 bin liraya mal oldu. Uçan arabanın şarjı ortalama 3 saatte doluyor. Ortalama uçuş süresi 45 dakika, saatte 90 kilometre hız yapabilecek. Yüksekliği 4 bin metreye kadar çıkabilecektir.”

Dümeni, hız kontrol üniteleri, iniş destekleri vs bulunmayan, havalanmak için gerekli gücü çamaşır makinesi motorundan elde etmesi beklenen bu acayip cihazın ulaşacağı hız ve yükseklikle ilgili verilerin nasıl elde edildiği belli değil ama 17 yıldır her yönden yüceltilen cehaletin getirdiği o korkutucu özgüven kendini her sözcükte ele veriyor: “İki kişilik uçan araba yaptım. Uçan arabamızın uçması için devlet yetkililerinden destek bekliyorum.”

Bu bilimsel düşünce ve mantığın değil, masallarla yaşayan bir cehaletin ürünü: Önündeki bayrakla birleşince, platforma serili seccadenin bilindışında bir ‘uçan halı’ imgesine dönüştüğü anlaşılabiliyor. Ve tabii bir de altın vuruş: “Haftada 3 gün çalışarak 2 yılda tamamladığı aracı havalandırmak için yardıma ihtiyacı olduğunu kaydeden Canpolat, eşi Emine Erdoğan Siirtli olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a seslenerek, ‘Bir Siirtli olarak eniştemizden destek bekliyorum’ dedi.”
Uygarlık kronolojisine bakılırsa, bu ülkenin Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz öykülerinin nesnesi olmaktan çoktan çıkması gerekiyordu. Ama bu sefil cehalet giderek derinleşiyor. Hâlâ oturuyoruz, zamlı ve demsiz çaylarımızı içerek bekliyoruz. Anahtar nerde? Galiba eniştenin cebinde… Enişte nerde? Çaycının yanına bakmakta fayda var.