Hiç verilmeyen haberler var, oradan buradan, sosyal medyadan duyduğumuz sonra bir daha hiç erişemediğimiz haberler. Bu haberi yasaklasak da mı saklasak, yasaklamadan mı saklasak? Erişimini mi yasaklasak? Erişimine yasağı da mı yasaklasak da saklasak?

Etik, medya etiği? Artık bir lüks!

“Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz.”
Stefan Zweig

‘Etik’; ‘alışkanlık, huy, suy, bir canlının genellikle sığındığı, yaşadığı yer’ anlamında kullanılan ‘Ethos’dan gelen bir kelimedir ve ilk olarak Milattan önce 300’lü yıllarda Aristo tarafından kullanılmıştır. Etik, insan eylemlerini konu alır. Ancak sadece “ahlaki” boyutu olan ve arkasında “akıl” ve “irade” bulunan insan faaliyetleri ile ilgilenir.

‘Ahlak, akıl ve irade’. Hangimizde kaldı? Son zamanlarda bu üçlüyü bir arada gören var mı?

Her toplumun, her bireyin ‘ahlak'ı, moral hayatı ile ilgili normları vardır. Ahlak “...insanın iyi veya kötü olarak nitelendirilmesine yol açan manevi özellikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya koyduğu iradeli davranışlardır...” ve “..bağlayıcı olduğu kabul edilerek belirlenmiş norm ve değerlerin soyutlamasıdır..”

- Ahlaki kurallar/buyruklar = ...melisin,...malısın!

- Yasaklar = ...memelisin,...mamalısın!

Etik de, bu kurallar, edimler hakkında düşünüp kafa yoran, “...insan davranışlarını, yargılarını, davranış kurallarını ve ilkelerini ahlakilik temelinde araştıran, savunan ya da eleştiren bir felsefe dalıdır.” Sadece dayatıcı bir kurallar silsilesi haline gelmemesi için de tartışmaya açık olarak sürekli değişir, gelişir.

Günlük hayatımızda her gün yüzlerce, binlerce seçim yapıp kararlar vermek zorunda kalırız. Bunların çoğunluğu hayatımızı sürdürebilmek için gerekli, kimi küçük kimi büyük karar ve seçimlerdir.

Bu ‘kararlar’ın kimi; o andaki tercih ve amacımıza göre şekillenen pratik sorun ve problemlere ait, ‘doğru saptamalar’ ve bunlardan yaptığımız ‘çıkarımlarla’ verebileceğimiz basit kararlardır. Yağmur yağıyorsa, ‘ıslanmama’ amacımıza uygun olarak, yanımıza şemsiye almak, hava soğuksa, ‘sağlıklı kalma’ amacımıza uygun olarak sıkı giyinmek gibi. Bu basit kararlarda bile doğru saptama ve çıkarımlar yapabilmek için ‘dışarı’dan bir bilgiye ihtiyacımız vardır. Hava nasıl? Yağmur yağar mı? Ve biliriz ki yağmur yağarsa ıslanırız, soğuksa üşür, hasta oluruz.

Bir diğer tür seçim ve kararlarda ise sorunların amaca yönelik yararcı çözümleri için gereken bilgi ve deneyimlerimiz yetersiz kalır. Bu seçimlerde bir amaca ulaşmak için belirli bir edimi seçmekten çok, ‘amaçlar-erekler’ arasında bir seçim söz konusudur. Doğru akıl yürütmeler için de kendi gerçek ilgilerimiz, bizim için önemli değerler sistemi, hayatta gerçekten ne istediğimiz bilgisi gereklidir. Bunlar daha çok ‘varoluşa’ ait seçimler olup, bizim için “anlamlı-mutlu-iyi hayat” nedir gibi temel sorular ekseninde çözülür-çözülmeye çalışılır. Kendimiz için nasıl bir hayat istiyoruz? Dürüst? Anlamlı? Yoksa hiçbir şey önemli değil, sadece zengin olayım yeter mi, diyoruz? Seçtiğimiz hayat amacı ve varoluş şeklimiz ile bu seçimler uyumlu olduğu müddetçe de ‘mutlu’ oluruz. Bu seçimlerin bilgisi ise ne tamamen bireysel tercihlerle, ne de tamamen mutlak, evrensel buyruklarla/maximlerledir. Bu iki seçim/karar şeklinde de seçtiğimiz edimler bizim kendi hayat amaçlarımıza göre şekillenir ve kararlarımız daha çok “Ego/Ben kimim?” ve “Ego ideali/Kim olmak istiyorum?” bilgisine dayanır.

Üçüncü tür ve bugünkü konumuz olan seçimlerde ise, alternatifler ve kararlar sadece bizim bireysel tercih ve amaçlarımızla değil diğer insanların da tercih ve amaçları ile de ilgilidir. Tercih ve seçimlerimizin sonuçları diğer insanları da etkileyecektir. İşte bu noktalar toplumsal normların devreye girdiği, kuralların, düzenleme ve yasaların getirildiği noktalardır ve toplumsal uzlaşmalar sonucu oluşur. İlgili tüm taraflar gözetilerek oluşmuş uzlaşmalarla, karşılıklı hak ve çıkarlar korunur. Bu tür kararlarda “Ne yapmalıyım?” sorusuna cevap verebilmek için, kültürel ve evrensel uzlaşmaların, toplumun bilgisine ihtiyacımız vardır. Burada “ahlaki bakış açısı” ve etiğin konusu gündeme gelmektedir. Çok basit gibi görünse de kırmızı ışıkta durma kararı da böyle bir karardır. Çok acı olabilecek sonuçları sadece kendimizi ilgilendirmez. Buna karşılık trafik kuralları yasalarla düzenlenmiş olsa da, yaptırımı çok ağır değildir, kolaylıkla çiğnenebilir ve bu yüzden trafik kurallarına tam uymak, yasal olduğu kadar aynı zamanda etik bir davranıştır.

Toplum içinde yaşarken ve çalışma hayatında sürekli bu üçüncü türden kararlar vermek zorunda kalırız. Bu yüzden birçok meslek için de ayrıca etik kurallar vardır. Tıp etiği, medya etiği, çevre etiği gibi. Medya çalışanlarının işlerini yaparken aldıkları kararlar da bu üçüncü türden kararlardandır ve etiğin alanındadır.

Örnek gerekirse, şu ara 7/24 savaş görüntüleri ile dolu ekranların başında çocuklar da vardır. Ve çocuklar savaştan korkar!

Bir yandan tutuklu gazetecilerimiz, karartılan ekranlar, aynı cümlelerle haberlerin verildiği hepsi birbirine ‘entegre’ ekranlar, RTÜK ve Basın İlan Kurumu cezaları var.

Öte yandan hiç verilmeyen haberler var, oradan buradan, sosyal medyadan duyduğumuz, sonra bir daha hiç erişemediğimiz haberler.

Bu haberi yasaklasak da mı saklasak, yasaklamadan mı saklasak? Erişimini mi yasaklasak? Erişimine yasağı da mı yasaklasak da saklasak?

Toplumsal düzenin, demokrasinin, güven ortamı ve refahın devamı, bireylerin yukarıda değindiğim üçüncü türden kararlarının ‘yasal’ ve ‘etik’ olması ile çok yakından ilgilidir. Bu tür kararlar için de doğru ve güvenilir bilgiye ihtiyaç vardır. Beynimiz bir seçim yaparken ya da bir şeye karar verirken hep aynı mekanizma ile çalışır. İster elma alsın, ister seçimde oy kullansın; arka plan bilgi edinmek ve tüm alternatifleri bilmek ister. Hepsini bilmezsek, gidip pazardaki en pahalı veya en kötü elmayı alma tehlikemiz hep vardır. Ve o elmayı aldığımızda tüm ev halkı bu elmaya razı olmak durumundadır. O elmaya verdiğimiz para ile çocuğun sütüne para kalmamıştır. Hane halkımıza ve kendimize karşı, doğru elmayı seçme yükümlülüğümüz vardır.

Ancak, doğru ve çeşitli bilgiye ulaşamazsam, başka elmaları görmezsem, piyasa fiyatlarını bilmezsem nasıl doğru seçim yapabilirim?

Ülke medyamıza baktığımızda da, bir parti kuruluyor hiç haber değeri olmuyor. Hakkında ne tek bir satır ne tek bir nefes! Oysa ba��ka birinin parti kurma ihtimali bile çarşaf çarşaf yazılıp, günlerce konuşuluyor. Bir sokak düğün haberi pandemi kurallarına kötü örnek, tu kaka olarak gösteriliyor, ardından bir miting, öyle topluluklar halinde sokakları doldurmak çok normal bir şeymiş gibi uzun uzun haber olarak veriliyor. Aktif siyasetçilerinin yarısından fazlasının tutuklu olduğu legal bir siyasi parti hakkında saatlerce süren tartışma programları yapılıyor, o partiden bir kişi bile çıkıp o programlara katılamıyor, çağrılmıyor, fikri sorulmuyor. Kimse merak etmiyor.

Tüm toplum takım tutar gibi bir fikre, bir lidere yapışıp kalıyoruz, işte onun için hep durduğumuz yerde otlayıp duruyor, körler ve sağırlar birbirimizi ağırlıyoruz. Ana akım ya da ana akım dışı medya olsun, herkes kendi fikir mecrasından besleniyor. Çünkü artık kimse diğerine inanmıyor. Olduğumuz yerde sayıyoruz. Artık bir çıkmaz sokaktayız.

Bazı haberler, zaten yasak olsa da olmasa da hiç bir yerde yayınlanmıyor. Gazeteci artık görevini yapamıyor. Artık toplum ve hukuk çıkarı dışında, neredeyse keyfi hale gelen yasaklarla, cezalarla, gazeteci tutuklamaları ile, dördüncü kuvvet olmasından, medya etiğinden geçtik, medya ‘medya’ olma görevini yapamıyor. Bir ihale ya da vakıf haberine niye yasak gelir? Ya da uluslararası medyada sayfa sayfa yer alan bazı haberler niye ülke sınırları içinde erişilemez olur? Niye tüm televizyon kanallarında, artık ne diyeceğini ezbere bildiğimiz aynı adamlar aynı şeyi konuşur durur? Zaten ya ‘ölümüne’ arkasındayızdır ya da külliyen karşıyızdır. Ya keyifle ya sado-mazoşist duygularla dinleriz, ya da zaplayıp geçeriz.

Düşünün bir semt pazarına gitmişiz. Elma alacağız. En görünen, yol üstü ve erişilebilir tezgahlarda hep aynı, belki de pahalı tek bir cins elma var. Başka tezgahlar da var ama bazılarının önüne perde gerilmiş, kapatılmış, göremiyoruz. Tezgah altından farklı olduğu söylenen, belki daha ucuz ve daha iyi elmaları olan bir kaç pazarcı yakalanıp hapse atılmış, zabıta gelip gidip para cezası yazmış. Kimi elma satmaz olmuş, kimi tezgahı kapatıp tası tarağı toplayıp kaçmış. Geride beride bir kaç küçük farklı tezgah var ama arayabilene, dolaşıp bulabilene...

Ya bezip bize, bir tek bu var ve en iyisi bu denilen elmayı alırız ya da elma yemezsem ölmem deyip vazgeçeriz. Ama bir şeyler yemek zorundayız ve aynı tezgâhlardaki diğer ürünlere nasıl güveneceğiz? Artık nasıl hangi kriterlerle, hangi ön bilgi ile seçeceğiz? Hangi tezgah gerçek fiyat, hangi ürün iyi artık bilmiyoruz. Böyle bir pazar yerinde onca ürün arasında açlıktan ölebiliriz.

Böylesine çarpıtılmış, ne olduğu bilinmez, hamasi, afaki, bilgi, haber ve ‘gerçek’lerle sonumuz ise, acı bir beyin ölümü olacaktır. Artık bitkisel hayata geçmişizdir.

Oysa birey olarak en önemli etik sorumluluğumuz “.... değerli ‘gerçek’ ve ‘bilgi’yi bulmak için gerekli, sağlıklı şüphecilikti”.

Şüphe aşaması geçildi, paranoya dönemi geldi. Kimse birbirine inanmıyor.

Bu hafta bir akşam, bir televizyon kanalında, dört-beş ‘aynı’ erkek oturmuş, ‘kiminki daha büyük’ diye ülkelerin ordularını karşılaştırıyorlardı. Sevinç ve huşu içinde tabii ki ‘bizim’ ve ‘bizim tuttuğumuz’ ülkenin ordusunun diğerinden daha büyük olduğu sonucuna varıldı. Benim babam senin babanı döver de diyeceklerdi belki ama dinleyemedim sonunu. O sırada ani bir beyin ölümü ile aklım gitti. Ev halkı, herkes kendi meşrebine göre şöyle düşünmeden seyredebileceği bir dizi, film, yarışma seçti. Doğruları, gerçekleri bilsek ne olur bilmesek ne olurdu? İşler o noktaya gelmişti. Her şey tek bir imzaya bakıyordu.

‘Etik’ duruşumuz bir gece daha bekleyebilirdi.

Ertesi sabah Allah Kerim’di.