‘Marriage Story’ fimi, ilişki ve evlilik üzerine düşünmek için iyi bir fırsat. Senaryosu yazılırken uzman kişilerden yardım alındığı ve yaşanmışlıklardan hareket edildiği çok belli. Bu tür filmler daha çok olmalı, çünkü evlilik kurumu geçmişteki anlamından çok başka bir yerde. Eşcinsel evliliklerden, bekâr anne ve babalığa, sperm bankalarından tüp bebek teknolojilerine, evliliğin sosyal ve ekonomik yapıdaki yeri oldukça farklılaştı. ‘Marriage Story’ filminde Nicole rolundeki Scarlett Jonhson, boşanma avukatına içini dökerken, daha önce oyuncu olarak seyircilerin tiyatroya kendisini görmek için geldiğini, zamanla oyun yazarı ve yönetmen olan eşinin ilgi odağı olmasının kendisini nasıl etkilediğinden bahsediyordu “Ama ben bunu sorun etmezdim, küçülmeseydim. Aslında evlenerek yaşama dönen ben değilmişim, gerçekte onun yaşam enerjisini beslemişim.” Sonra da ikisine dair ortak bir şey olması için çocuk yapmaya karar verdiklerini anlatıyor.

Tam da o noktada Nicole, çocuk yapmanın da yeterli olmadığını, çocuğun ayrı bir dünyası olduğunu, bedenini terk ettikten sonra ayrılma süreçlerinin başladığını söylüyor ve bu da ona acı veriyor. Boşanmayı bu denli şiddetli bir duyguyla yaşıyor olması, ayrılığa karşı aşırı hassasiyetiyle ilgili. Boşanma bazen, sadece boşanmadan ibaret olmuyor, eşler arasındaki aktarım ilişkisi, kurulan çocukluk hayallerinin terk edilmesi ya da yıkılması, bütün bir hayatın yeniden gözden geçirilmesine neden oluyor. Sanki ayrılık ya da boşanma, vücuttaki bir organın kaybı gibi bir duyguya neden olabiliyor, eşler arasındaki aktarım ilişkisinin yoğunluğuna bağlı olarak.

Ama bana ilginç gelen noktalardan biri, bekârların evlilikle ilgili endişelerini anlatırken söyledikleri, “Etrafımda hiç mutlu evlilik yok” tespiti. Gerçekten hiç mutlu evlilik yok mu? Bazen bunu evli olanlar da söylüyor, bekâr olanlara nasihat ederken, “Aklın varsa evlenme” diyerek. İlişki meselesi, öylesine karışık ki… İşin içinde pek çok etken var. Belki de asıl sorun, evlilikten çok şey beklenmesi. Yeşilçam filmlerindeki ‘pembe panjurlu ev’le simgeleşmiş olan bir ‘mutlu son’ beklentisi. Filmdeki Nicole de boşanma avukatına içini dökerken şöyle diyordu: “Kabul et. George Harrison’ın karısı gibi ol. Eş ve anne olmak yeterli dedim. Sonra kadının adını hatırlayamadığımı fark ettim.” Duygu Asena’nın ‘Kadının Adı Yok’ kitabını hatırlatıyor bu sözü. Mutlu evlilik, evlenilen kişiyle bir ve bütün olma yanılsamasından vazgeçebilme, eşini ‘öteki’ olarak kabul edebilme, eşini kendine uydurma ya da eşine uyumlu olmaktan ziyade onunla uzlaşabilme, biriciklik hissini kendi kendine verebilecek bir yaşantıya sahip olabilmeyle ilgili sanki. Artık işlevsizleşen ataerkil düzene ait erkeklik ve kadınlık rollerinin dışına çıkıp, çiftlerin birbirlerini birer birey olarak kabul edebilmesi... Filmdeki Nicole için asıl sorun, biriciklik hissindeki kayıp ve yaşadığı hayal kırıklığı…

Philip Sollers ve Julia Kristeva’nın kendi evliliklerini anlattıkları ‘Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Evlilik’ kitabında da yazdığı gibi, aşk ve evlilik, aslında “iki çocukluğun anlaşması” sayesinde varlığını sürdürebiliyor. Çünkü aslında içimizdeki çocuk, mutlu olup olmayacağımıza karar veriyor ve iki kişinin çocukluğunda yaşadıkları, yetişkinlikteki yaşayacaklarını da belirliyor. Zaten filmde de, Nicole ve Charlie birbirlerinin çocuklukları üzerinden tartışmaya giriyorlardı, Charlie, Nicole’ü annesine benzemekle suçluyor ve Nicole de bunu bir hakaret olarak kabul ediyordu.

Aslında meselenin çözümü, Sollers ve Kristeva’nın evliliği sürdürebilme ilgili buldukları formülde gizli belki de. Amaç onlar için evlilik değil, amaç bir aşk sanatını, eski düzenden çözülen toplumun kabul etmekte zorlandığı yeni bir aşk sanatını hayata geçirebilmek... Erkeklerin, alkolik değilim, kumar oynamıyorum, aldatmıyorum niye beni terk ediyor; kadınların yemek yapıyorum, temizlik yapıyorum, anlayışlı davranıyorum niye beni terk ediyor sorusunu sormak yerine, yaşadıkları hayata yaratıcılık ve biriciklik hissini katıp katmadıklarını sormasını gerektiren yeni bir aşk sanatı… Sollers’in dediği gibi, mutlu evliliğin tanımı görevler kadar çocukluk hevesiyle saklambaç oynayabilmeyle de ilişkili: “Ben onu güldürürüm, o ise gerektiğinde beni korkutur.

Bu ilişkide biz, çocuklar gibi saklambaç oynama halindeyiz. İşte aşkın mümkün bir tarifi: İnsan birbirini ancak çocuk olarak tanırsa sever”.

cukurda-defineci-avi-540867-1.