Bundan yirmi yıl önce mecburi hizmet kurasında Gaziantep/Nizip’in Salkım köyündeki sağlık ocağını çekmiştim. İstanbul’dan yirmi

Bundan yirmi yıl önce mecburi hizmet kurasında Gaziantep/Nizip’in Salkım köyündeki sağlık ocağını çekmiştim.
İstanbul’dan yirmi iki saatlik yorucu bir seyahat; Kaymakamlık, Valilik, Sağlık Müdürlüğü arasında geçen daha da yorucu bir günün sonunda akşam saatlerinde köyüme ulaştım.
Lojmanıma yerleşip hemen yatağa girdim. O güne kadar hiç görmediğim kadar sıcak bir hava ve sivrisineklerle uğraşırken zil çaldı. Acil bir hasta gelmiş, onun için çağırıyorlar.
Kolay değil, hayatımda ilk defa yalnız başıma bir hastayı muayene edeceğim; üstelik de acil bir hastayı.
Kırk yaşlarında bir erkek hasta. Muayene masasının üzerine yatmış, dizlerini de karnına toplamış, acı içinde kıvranıyor.
Görünüşe göre ortada birkaç ihtimal var. Ya apandisit gibi ameliyat gerektiren cerrahi bir vaka; ya da mide ağrısı, idrar yolu enfeksiyonu gibi daha basit bir durum.
• • •
Bir yandan hızla bunları düşünüyor, bir yandan da muayene için hastanın yanına yaklaşıyorum.
Daha şikâyetini soramadan, beni gören hasta feryat etmeye başlıyor; “ez dı mırım aney, ez dı mırım.”
İşte o an paniğe kapıldım. Tıp fakültesinde apandisiti, idrar yolu enfeksiyonunu, akut batın sendromunu filan öğrenmiştim. Fakat, hiç kimse bana tedavi edeceğim hastanın bir Kürt olabileceğini ve Kürtçe konuşabileceğini öğretmemişti.
Telaşla “ne diyor bu hasta?” diye soruyorum. Neyse ki yanındaki akrabaları Türkçe biliyormuş. Hastanın “ölüyorum anne, ölüyorum” dediğini aktarıyorlar da biraz sakinleşiyorum.
Muayenemi bitirip iğnesini yapıyorum. Birazdan ağrısı geçince rahatlıyor; teşekkür ederek gidiyor.
Ertesi gün ilk işim bir daha aynı telaşı yaşamamak için tedbirimi almak oluyor. “Navi te çiye (ismin ne)?”; “çen sali (yaşın kaç)?”; “çı derdi te heye (derdin ne)?” gibi işime yarayacak birkaç Kürtçe cümle ezberliyorum.
• • •
Aradan yıllar geçiyor. İstanbul’da büyük bir SSK Hastanesi’nin acil servisinde nöbetteyim. İlk muayeneleri yapıp, yatması gerekenleri gözleme alıyoruz.
Bir ara yataklı servisteki hemşire hanım geliyor. İçimizde Kürtçe bilen olup olmadığını soruyor. Gözlemde yaşlı bir kadın hasta acı içinde Kürtçe bağırıp duruyormuş. Hiç Türkçe bilmiyormuş, yakınları da yanında yokmuş. İletişim kuramadıkları için ne yapacaklarını bilemiyorlarmış.
Belki işe yarar diye Antep’te öğrendiğim birkaç cümlelik Kürtçeyle hastanın şikâyetini soruyorum ama nafile. Ya ben beceremiyorum, ya da hastanın anadili farklı bir lehçe.
Ertesi sabah, nöbeti devrederken, o yaşlı Kürt kadın hastanın acılar içinde bağırarak öldüğünü öğreniyorum.
Her ölümün kötü olduğunu biliyorum. Ama böylesi çok daha kötü olmalı. İnsanın ölüm anında çevresinde derdini anlatabileceği kimsenin olmaması ne büyük bir trajedidir, kim bilir?
Aslında bu ülkenin bütün hastanelerinde benzer trajediler sürekli olarak yaşanıyor.
Üstelik sadece hastanelerde değil, hayatın her anında şahit oluyoruz bu trajediye. Bu coğrafyadaki Kürtler yıllardır “ez dı mırım aney, ez dı mırım” diye feryat ediyor.
• • •
Bir türlü…
Anayasa tartışmalarının… Kaset olayının… Baykal döner mi dönmez mi tahminlerinin önüne geçemese de…
Gene ölüm zamanlarına geldik.
Gencecik çocuklar vurulup düşüyorlar peş peşe.
Bir işe yaramayacağını bilsem de…
Altı yıl önce, Evrensel’de… Medipolitik köşesinde yayınlanan yazımı hatırladım bugün.
Bir kez daha paylaşmak istedim.