*Dikkat, spoiler içeren bir yazıdır!

20. yüzyıl korku edebiyatının tartışmasız en iyi ürünlerinden biri olan It/O nihayet perdeye düştü. Hiçbir sinematografik çabanın aktarmayı başaramayacağı bir dehşet duygusuyla dolu romanda olaylar Derry isimli bir kasabada, her 28 yılda bir ortaya çıkıp çocukları korkunç biçimlerde öldüren evrensel nitelikli bir kötülüğü anlatır. Bu dehşetengiz kötülük çocuklara yanaşabilmek için palyaço kılığına girer, olmadık yerlerde ortaya çıkıp çocukların en derin korkularını canlandırır. Nihayet, kendilerine ‘losers’ (kaybedenler) diyen 7 çocuğun oluşturduğu bir grup tarafından ortadan kaldırılır. Daha doğrusu çocuklar öyle zannetmektedir; 28 yıl sonra Palyaço Pennywise olarak bilinen kötülük yeniden ortaya çıkar. Kasabada kalan tek ‘loser’ (kütüphaneci Mike) 28 yıldır görüşmeyen, ülkenin dört bir yanına dağılıp yaşadıkları olayları unutmuş arkadaşlarını dehşetle son bir yüzleşme için Derry’ye çağırır -film sadece çocukların macerasını anlatıyor, yetişkin ‘losers’ için ikinci film gelecek galiba…

Stephen King’in romanları, her biri aslında ABD alegorisi olan Derry gibi küçük kasabalarda -neredeyse tamamı ABD’nin ‘kurucu’ eyaleti olan New England’da- geçer: Under the Dome/Kubbenin Altında’da (2009) yok edilemez bir kubbeyle dünyanın geri kalanından izole edilen, muhafazakâr Amerikalıların toplumu otoriteryen bir çukura sürüklediği Chester’s Mill -TV dizisinin tanıtımında sunulduğu şekliyle ‘the perfect American small town’ (küçük, harika Amerikan kasabası)-; Carrie/Günah Tohumu’nda (1974) lise öğrencisi Carrie’nin köktendinci annesinin baskısı altında çırpındığı Chamberlain; Dolores Claiborn’da (1993) Dolores’in kızını taciz eden ayyaş kocasının zulmünden kurtuluş yollarını aradığı Little Tall Adası; The Mist/Sis’te (1984) linç sevdalısı bağnazların korkunç canavarlarla dolu sis kadar tehlikeli olduğu Bridgton…

Hikayesi bu tür kasabalarda geçen kırktan fazla kitabında King Amerikan rüyasının cilasını kazır, alttaki kirli paslı kâbusu görünür kılar; ırkçılık, özellikle kadın ve çocukları hedef alan erkek-egemen sistem, bireysel silahlanma çılgınlığı, dincilik, neoliberal politikaların yol açtığı toplumsal yıkım... Hollywood sinemasının felaket filmlerinde ABD’nin dirliği ve birliği için bir metafor olarak kullanılan ‘aile’nin King anlatılarında ciddi yapısal bozukluklar içermesi de bundandır; politik yapıdaki yozlaşma ve iktidarın gündelik yaşam üzerindeki çürütücü etkisi aile üzerinden anlatılır. It/O’da da bir tek sağlıklı aile bile bulamazsınız: Annesiz bir evde babasının cinsel taciziyle yaşamaya çalışan Beverly, babasız bir evde annesi tarafından hastalık hastasına dönüştürülen Eddie, ilaçların etkisinde hiçbir şey yapmadan oturan bir anne ve sevgisiz bir babayla yaşayan Bill, ailesini görmediğimiz ama zamanının çoğunu sinagogda geçirmek zorunda olan Stan, zulmüyle büyüdüğü polis babası sayesinde kolayca Palyaço Pennywise’ın kötülük aleti olabilen baş zorba Henry Bowers…

Stephen King’in roman ve öykülerini Türkiye’de okumanın oldukça zihin açıcı bir yanı var: King’in anlatıları son 60 yıldır ‘küçük Amerika’ olmak için yapmadığı saçmalık kalmayan bu ülkenin sağcı politikalar tarafından düşürüldüğü içler acısı durumu çok iyi yansıtıyor. Bunlar sadece Nixon’ın, Reagan’ın, Bush’un, Trump’ın değil, aynı zamanda Menderes’in, Milliyetçi Cephe hükümetlerinin, darbecilerin, Özal’ın, Demirel’in, Çiller’in, RTE’nin anlatıları...

İşte bu yüzden, her kuşakta ortaya çıkıp çocukların -sembolik geleceğin- korkularından beslenen evrensel kötülüğün anlatısı It/O’nun tam da yurttaş ve milletvekili Aysel Tuğluk’un ırkçı faşist zorbalar yüzünden annesini Ankara’da defnemediği hafta gösterime girmesi müthiş bir tesadüf falan değil, bu zaten bizim hikayemiz…

Şimdi, ya bu anlatıyı Faşizm Ailesi’nin zorba çocuklarına teslim edeceğiz ya da insanlığa sahip çıkacağız; hikayenin sonunu kimin yazacağı da böylece ortaya çıkacak.