Devlet, bütün faşist hareketlerde merkezi bir yer tutar. Her soydan faşist ideolojinin yücelttiği bir kavramdır. Durum ülkücü hareket için olduğu kadar İslamcı hareket için de farklı değildir. Örneğin; ülkücüler ve İslamcılar devleti (liberal anlamda) bir araç, hizmet üreten bir aygıt ve ulusun örgütlenmesi şeklinde değil, kutsal bir varlık olarak görür. Bu anlayışa göre devlet, başlangıcı ve sonu olmayan mutlak ve kutsal bir kavram ve varlıktır. Faşizmin tanımladığı “devlet” soyut ve mistik bir kavramdır. İslamcılar, devlete bir de dinsel kutsallık atfeder. Dolaysıyla, bu kavramla kastedilen herhangi bir devlet değil, faşist bir zor aygıtıdır. Faşist devlet biçiminin geliştiği yatak ise burjuva parlamenter rejimdir.

“Faşist devlet, yalnızca kendi özüne indirgenmiş liberal devlettir: İster doğrudan doğruya ister dolaylı yoldan olsun, temelden otoriter olan pratiklerini, koşullara göre, artık gizleme gereğini duymayan mülk sahipleri birliği... Bu açıdan alınırsa, ‘demokratik’ görünüşlere vurulan her darbe, biçimsel bile olsalar, özgürlüklerin her türlü kısıtlanması (doğal haklar kavramı pek umursanmasa bile) rejimin faşistleştirilmesinin önemli belirtilerinden biri olarak kabul edilmelidir.” (1)

Bu bahiste, Soğuk Savaş sonrasında Avrupa’nın bütün demokratik ülkelerinde ortaya çıkan Gladio (Süper ya da İnter Nato) örgütlenmesi hatırlanmalıdır. Liberal ve demokratik olduğundan kimsenin kuşku duyamayacağı Fransa, İngiltere, Belçika, Norveç, İtalya gibi ülkelerde Sovyetler Birliği ve komünizm tehdidine karşı oluşturulduğu belirtilen terörist nitelikteki bu illegal faşist örgüt, o ünlü “Batı demokrasileri”nin de sınırlarına işaret etmektedir.

Devleti yücelten faşizm, bu kavramı bütün değerlerin üstüne koyarak siyasal özgürlükleri ortadan kaldırmanın da bir gerekçesi haline getirir. Önemli olan devletin “bekası” ve güçlenmesidir. Faşizm özgürlük yerine otorite ve disiplini, eşitlik yerine ise eşitsizliği ve hiyerarşiyi koyar. Faşist devlette “hak yok, vazife var” ilkesi esastır.

Türkeş’in “Dokuz Işık” kitabında kaba şekilde formüle etmeye çalıştığı “milli devlet-güçlü iktidar”, “milli meclis”, “milli iktisat” ve “milli demokrasi” gibi gelecek tasavvuruna ilişkin kavramlar tipik bir faşist devlet ve toplum projesini tarif eder. (2) Toplumu memurlar, işçiler, köylüler, esnaf, işverenler ve serbest meslek mensupları diye 6 sosyal dilime ayıran Türkeş, iktisadi ve siyasi bakımdan korporatist sistemi savunur.

Korporatizm, klasik faşizmin ekonomik ve sosyal düzeninin temelini oluşturur. Buna göre her sosyal dilim, “milli” nitelikli tek bir örgüt içinde toplanacak, bu örgütlerin temsilcileri de “milli meclisi” oluşturacak, tepe de ise mutlak iktidarı elinde tutan bir parti ve “şef” bulunacaktır. Alparslan Türkeş bu konuda, “Milliyetçi Hareket, tek başkan, tek meclis sistemini savunur. Çağımız kuvvetli, adil ve hızlı icra çağıdır. (...) Kuvvetli ve hızlı icra, icra gücünün tek elde toplanmasıyla mümkündür. Bunun için tarih ve töremize uygun başkanlık sistemini savunuyoruz” (3) diyor ve şöyle devam ediyor:

“Milliyetçi Hareket, milli bünyemize ve şartlarımıza uymayan, temeli Avrupa’nın liberal ve sosyal demokrasisine dayanan bugünkü anayasayı (1961 Anayasası) başından sonuna kadar değiştirecek, milli demokrasiyi bütün müesseseleriyle kuracaktır.” (4)

Devlet anlayışı kadar, faşist ideolojide merkezi ve belirleyici yer tutan diğer kavram ise sosyalizm/ komünizm düşmanlığı ve ırkçı milliyetçiliktir. Bu zemin, aynı zamanda siyasal İslamcılık ile faşist ideolojinin buluştuğu alanlardan biridir. Devlet vurgusu İtalyan faşizminde daha önde olduğu halde, şoven/ ırkçı milliyetçilik ise Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’nin (Nazi) ideolojik hattında öncelikli bir yer tutar. Franko İspanya’sında olduğu gibi, bu milliyetçilik bazen, koyu bir dincilikle (Katoliklik ) birlikte gelişir. İspanyol dinci faşizminin özgün ideolojik hattı “falanjizm” olarak bilinir. Bu yanıyla Türkiye’de AKP iktidarının, MHP desteğiyle kurmaya çalıştığı rejim ile Falanjist İspanya arasında kimi benzerlikler vardır.

İSLAMCI FAŞİZMİN TEMELLERİ

Bütün faşist rejimlerin ortak paydası radikal milliyetçiliktir. Bu “ortak payda” Müslüman ülkelerde siyasal İslamcılık da olabilir. Söz konusu radikal milliyetçilik “seçilmiş” ya da üstün ırk anlayışına dayandığı gibi, bazen de –özellikle Müslüman nüfusa sahip kapitalist ülkelerde- siyasal İslamcılık hareketin ya da rejimin ideolojik dokusunu oluşturur. İslamcı faşizmde, üstün ırk anlayışının yerini, son din olduğu belirtilen hak dini olarak İslam ve “aleme nizam vermek” üzere Tanrı tarafından görevlendirilmiş “ Müslüman millet” anlayışı alır. İslam dünyasında, dinciliği bir sermaye birikim modeline dönüştüren muhafazakâr sermaye kesimlerinin desteklediği totaliter rejimlerde ise siyasal İslamcılık ile klasik faşist ideolojiler arasındaki çizgi son derece geçirgendir. Örtüşen ortak alanların sayısı çok fazladır.

Nitekim, 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinden sonra sağcı entelijansiyayı temsil eden Aydınlar Ocağı adlı örgütün öncülüğünde geliştirilen ve “Türk-İslam Sentezi” adı verilen ideolojik hat böyle bir örtüşmeyi ifade eder. Nitekim, 12 Eylül Cuntası, bu çizgiyi resmi ideoloji haline getirmiş, böylece siyasal İslamcılığın önünü de alabildiğine açmıştı. Öyle ki, bu tarlada gelişen İslamcı hareket olmuştu. Bu nedenle AKP’de temsil edilen siyasal İslamcı hareket, deyim uygunsa, 12 Eylül Darbesi’nin çocuğudur.

Milliyetçi ya da İslamcı bütün faşist hareketler, ideolojik bakımdan dışlayıcı, yabancılaştırıcı, düşmanlaştırıcı ve saldırgandır. Bu ideolojik anlayış, yayılmacılığın da gerekçesini oluşturur. İtalya’da milliyetçilik kutsal devlete, Roma İmparatorluğu’nun tarihteki büyüklüğüne ve gücüne, Nazi Almanyası’nda üstün ırk anlayışına dayandırılmıştır. Ülkücü milliyetçilik ise Türk tarihinden beslenen “cihan hakimiyeti” mitosuna, “tanrı tarafından görevlendirilmiş ırk” anlayışına ve “kutsal devlet” şartlanmasına yaslanır. İslamcı faşizmde ise Allah’ın gönderdiği son dine (hak dini) ve Necip Fazıl Kısakürek’in “baş yüce” dediği, Tanrı tarafından seçilmiş ve bu anlamda kutsallık atfedilen lidere /şefe dayanır. Şefe kayıtsız şartsız bağlılık üzerine inşa edilen milliyetçi ve dinci ahlâk, demokrasiyi değil totalitarizmi kutsar. (5)

Dinci milliyetçilik, güçlü ve abartılı bir komünizm ya da laiklik düşmanlığıyla birlikte gelişir. Türkiye’de bu cumhuriyet ve Kemalizm düşmanlığı şeklinde gelişmiş, komünizm düşmanlığı ise, çoğu kez (her zaman değil, İslamcı hareket açısından çoğu kez) gerçekte Kemalizm ve laiklik düşmanlığını örten bir şal işlevini görmüştür. Örneğin; esas olarak İslamcı hareketin fideliği işlevini gören Komünizmle Mücadele Derneklerinin kurulduğu 1960’lı yılların ilk yarısında ülkede gerçek anlamda bir komünizm “tehdidinden” söz etmek mümkün değildir. KMD’lerin, ülkücü hareketle neredeyse hiç ilgisi olmamıştır.

Faşizm eklektik bir ideolojik yapıya sahiptir. Birbiriyle çelişen çok sayıda tezi aynı anda içerebilir. Harekete karakterini veren ideolojik ekseni zedelemediği ve tarihsel hedeflerinden uzaklaştırmadığı sürece bunu sorun yapmaz. Tam tersine, toplumun değişik kesimlerine ulaşmak ve örgütlenmek için bu özelliğini kullanır. Faşist ideolojinin bütünlükten yoksun olması ona demagoji yapma, yalan söyleme ve manevra olanağı kazandırır.

ASKERİ DARBELER FAŞİZMİ

Soğuk Savaş döneminde askeri darbeler yoluyla kurulan faşist diktatörlüklerde, ihtiyaç duyulduğunda rejimin kitle tabanı sonradan ve yukarıdan aşağıya doğru yürütülen bir çalışmayla da oluşturulabilir. Bu gibi ülkelerde sivil faşist hareket, esas olarak “olağan dönemlere” özgü bir sokak ve operasyon örgütü, bir “yedek” güç olarak değerlendirilir. Böyle rejimlerde daha çok din, örneğin Müslüman ülkelerde İslamcılık etkin bir ideolojik araç olarak kullanılır.

Darbe rejimlerinde faşist örgütlenme esas olarak devletin içinde gerçekleştirilir ve askeri güçler eliyle, diğer kurumlar bastırılarak ya da tasfiye edilerek yukarıdan aşağıya doğru uygulanır. Bu tip ülkelerde uca doğru çekilebilecek bir milliyetçilik ya da dincilik devletlerin kurucu ilkeleri arasında yer alır. Türkiye’de 12 Eylül rejimi “Türk-İslam Sentezi” ideolojisiyle her ikisini de yaptı. Bu nedenle faşizmin kitle tabanı, sivil faşist hareketin kapsadığı alandan çok daha geniştir. Durum böyle olunca, askeri faşist darbeler sırasında, bazen “sivil faşist hareketler” gerektiğinde gözden çıkarılabilir, yerine dincilik geçirilebilir. Türkiye’de 12 Eylül rejimi bunu yaptı.

Yunanistan’da 1967 darbesiyle kurulan Albaylar Cuntası, Endonezya’da 500 bin kişinin katledilmesiyle kurulan Suharto diktatörlüğü ile başta Şili ve Arjantin olmak üzere Latin Amerika’daki askeri diktatörlükler, 1981’de Güney Kore’de gerçekleştirilen askeri darbe ve Türkiye’deki 12 Eylül darbesi gibi “ara rejimler” kimi farklı yönlerine karşın “modern” faşist rejimlerin başlıca örneklerini oluşturmaktadır.

Ve nihayet faşizm, sermaye sınıfı bakımından bir son çare, bütün seçeneklerin tükendiği, krizin olağan yöntem ve araçlarla aşılamadığı evrede bir “mecburiyet” olarak karşımıza çıkar. Faşizmin en önemli özelliklerinden biri budur. Faşizm, şartların zorladığı bir ihtiyaç olarak belirir. Koşullarda meydana gelecek bir değişiklik, parlamenter yöntemlere dönüş seçeneğinin öne çıkmasına yol açar. Çünkü parlamenter rejimler sermaye sınıfı için en güvenli, kuralları ve hukuku olan, en uygun ve elverişli yönetim biçimidir. Dolayısıyla faşizm bir kader veya kapitalizmin kaçınılmaz bir aşaması değildir. Büyük sermaye için, diğer bütün seçeneklerin tükendiği bir aşamada, bir son çare ya da mecburiyettir. Bu özelliği atlanırsa faşizm anlaşılamaz.

  1. François Châtelet, Liberal Devletle Faşist Devlet Arasındaki İlişkiler Üzerine Varsayımlar; Faşizmin Analizi, Payel Yayınevi, 3. Baskı, 2000 İstanbul, s. 75.
  2. A. Türkeş, 9 Işık, Kamer Yayınları, 16. Baskı, 1997 İstanbul, s. 295-308.
  3. A. Türkeş, a.g.e., s. 302.
  4. A. Türkeş, Temel Görüşler, Dergah Yayınları, İstanbul 1975, s. 156.
  5. Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, 21. Baskı, 2014 İstanbul, S. 285-296