Feleğin kafiyesine bir çomak!

Zaman yolculuğu konusuna ilgi 19. yüzyılda, Sanayı Devrimi’nin bir ürünü olarak Jules Verne, H. G. Wells gibi yazarların yapıtlarında başladı. Bu erken anlatılarda geçmiş ve gelecek dönemin ruhuna uygun biçimde ‘keşfedilmesi gereken diyarlar’ olarak sunuluyordu; Nil Nehri’nin kaynağını bulmak için yola çıkmakla zamanda yolculuğa çıkmak aynı şeydi, Batılı beyaz adamın dünyayı kendine göre sınıflandırma çabasının aracına dönüşen bir bilimsel merak objesi.

Frank Capra’nın 1946 tarihli başyapıtı It’s A Wonderful Life/Şahane Hayat, zaman yolculuğu anlatılarının miladıdır. İntihar etmek üzereyken dünyaya inen bir melek tarafından, “Sen kendini değersiz görüyorsun ama gel şöyle biraz gezelim de insanların hayatında ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu gör!” diyen bir melekle birlikte kendi geçmişinde seyahate çıkan George Bailey’nin hikayesi bilim-kurgu türüne sokulabilecek bir zaman yolculuğu anlatısından çok fantastik bir alternatif evren öyküsü, bir ‘what if’ (böyle değil de şöyle olsaydı) anlatısıydı. Ama milat olması tam da bu yüzdendir; sadece 40 yılda iki büyük savaş ve devasa bir ekonomik buhran yaşadıktan sonra kendini yenilemeye çalışan bir dünyanın ruhuna uygun bir ‘hasar tespit’ çalışması, ‘Amerikan Rüyası’nın olanak ve olanaksızlıklarına dair bir politik alegoridir Şahane Hayat:

1950lerle birlikte kapitalizmin küresel karakteri belirginleştikçe sinema ve edebiyatta zaman yolculuğu anlatılarının sayısı şaşırtıcı bir hızla arttı. Uzay çağı -1960lar- bu anlatıların teknik kalitesini belirledi tabii, ama bu alt-türün sürekli gündemde olmasını sağlayan dinamo toplumsal alandan besleniyordu: ‘68 Hareketi, ulusal ve uluslararası militarist faşizmin Soğuk Savaş psikolojisiyle şiddetlendiği ‘70ler, sağcı politikaların zirve yaptığı ‘80ler, Doğu Bloku’nun yıkılışının getirdiği yenilgi ve zafer sarhoşluğuyla geçen ‘90lar, tam da yeni tartışma alanları açılmaktayken 11 Eylül saldırısıyla coşan ABD emperyalizminin yeni çağı 2000ler derken, zaman yolculuğu ‘nerede yanlış yaptık?’ sorusunun anlatısal izdüşümü haline geldi.

Bu tür hikayeler üzerinden ciddi sorgulamalar yapılmasını beklemek akılcı değil tabii, çünkü en iyi zaman yolculuğu öyküsü bile sonuçta bir ‘sorgulama simülasyonu’ olmanın ötesine geçemez. Özellikle son yılların nitelikli ürünlerinde -Interstellar (2014), Arrival (2016), 12 Monkeys (hem 1995 tarihli Terry Gilliam filmi hem de 2015 tarihli dizi), Los Cronocrimenes (2007), Triangle (2009)- bu simülatif karakter bile zayıflıyor, zaman Escher’in karıncaları ya da ‘birbirini çizen eller’i gibi bir mobius şeridi, sürekli kendi üstüne kapanan bir döngü olarak sunuluyor. Sonuç: Ne yaparsanız yapın, hiçbir şeyi değiştiremezsiniz; bu sizin cehenneminiz…

İlle de modernizmin sürekli ileriye doğru akan zaman algısında diretmeye gerek yok belki, ama tarihselci bakışın tümüyle ortadan kaldırıldığı bu postmodern zaman anlayışının da hem anlatı dünyasında hem de reel dünyada teslimiyetçi, TrumpRTEPutingiller dünyasında giderek ‘gerici’ bir önerme olmanın ötesine geçemediğini kabul etmek lazım.

İçinde bulunduğumuz dönem It’s A Wonderful Life/Şahane Hayat gibi umutlu anlatılara izin vermiyor, demek ki önce dönemin koşullarını değiştirmeliyiz. “Tarih tekerrür etmez, sadece bazen kafiye yapar” (Mark Twain); geçmişi değiştiremeyiz ama onun kafiye düzenini öğrenebiliriz, geleceği yönlendiremeyiz belki ama yeni bir kafiye düzeniyle tasarlayabiliriz. Dünya zaten yeterince bunaltıcıyken bir de onu hiç durmadan dönen, hep aynı noktalardan geçen bir depresyon atlıkarıncasına dönüştürmenin ne alemi var?