26 Haziran’da Toronto’da G20 zirvesi toplanacak ve “uluslararası krizin enkazı” yeniden tartışılacak. 3-5 Haziran’da da Güney Kore’nin

26 Haziran’da Toronto’da G20 zirvesi toplanacak ve “uluslararası krizin enkazı” yeniden tartışılacak. 3-5 Haziran’da da Güney Kore’nin Busan kentinde G20’nin maliye bakanları ile merkez bankası başkanları bir hazırlık toplantısı yaptılar. Bu toplantının belgeleri üzerinde kuşbakışı bir gezinti öğretici olabilir.
•••
Önce hızlı bir bilgi tazeleme: İngilizce “Group of Twenty”nin kısaltması olan G20 1997-1998 Doğu Asya krizinin ertesinde, “patronlar klübü” olan G-7’nin bir kararıyla 1999 sonunda oluşturuldu. “Zenginler”, ABD, Japonya, Kanada, Avustralya, Avrupa’nın dört büyüğü ile AB Komisyonu tarafından temsil edildi. “Yükselen piyasa ekonomileri”ni temsilen de on bir ülkenin (Arjantin, Brezilya, Çin, Endonezya, Güney Afrika, Hindistan, G. Kore, Meksika, Rusya, S. Arabistan, Türkiye’nin) katılması kararlaştırıldı. Bunlar dünya ekonomisinin çevresinde yer alan (milli gelir bakımından) en büyük ekonomilerdir. Bu düzenleme sonunda, “patronlar kulübü” G7, uluslararası politikanın eşgüdümü ile ilgilenmeyi sürdürmekte; dünya ekonomisinin sorunları ise, G20’ye devredilmiş olmaktadır.
Emperyalizmin liderleri, dünya ekonomisinin sorunlarını gözetme, tartışma işlevlerine sistemin çevresinde yer alan on bir ülkenin katılmasını nasıl göze aldılar?
G20’nin oluşumu, Doğu Asya krizinin “Güney” coğrafyasında yarattığı hoşnutsuzluklara, tepkilere bir yanıt olarak da görülebilir. Bu krizden geçen ülkeler, öncelikle IMF tarafından fazlasıyla itilip-kakılmışlar; krizlerini hak etmedikleri ağır, çoğu kere yanlış reçetelerle yönetmeye zorlanmışlardı. Ne var ki, “dıştan dayatılan politika reçeteleri”ne karşı şikâyetler yaygınlaşmış; Asya ve Latin Amerika ülkelerinde “IMF mi? Bir daha asla!” tavrı, halk sınıflarından egemen siyaset çevrelerine taşınmış; yerleşmişti. Bu nedenle 1997 sonrasında IMF tezgâhından geçen büyük çevre ekonomilerinin bir tek istisna (yani Türkiye) dışında hepsi, bu kuruma borçlarını vadesinden önce ödeyip IMF defterini kapatmışlardı. Tek istisna, 2008 Mayısına kadar ekonomisinin stand-by reçeteleriyle yönetilmesini yeğleyen Türkiye olmuştu.
Sözünü ettiğim tepkiler ve rahatsızlıklar, emperyalist sistemin tepesine de intikal etti ve çevre ekonomilerine önerilecek iktisat politikalarının “ilgili ülke tarafından sahiplenilmesi sorunu”nun aşılması öngörüldü. Büyük “yükselen piyasa ülkelerini” de kucaklayan bir tartışma, gözetme, eşgüdüm forumu olarak G20 biraz da bu nedenle oluşturuldu. Neoliberal, “serbest piyasacı” modellerin ana öğeleri korunacak; ancak, “herkes katılıyor” imajı yaratılarak meşruiyet sorununun tartışılması önlenecekti.
G20, 2008 kriziyle birlikte, sembolik, göstermelik bir forum olmanın ötesine geçti. Bu kez sistemin metropolünde patlak veren bunalımın gelişim doğrultusunun, biraz da büyük çevre ekonomilerine bağlı olacağı anlaşıldı. “Yükselen piyasa ekonomileri” içinde ağır dış açık-dış borç sorunlarıyla karşılaşmayan ülkelere iç piyasayı (dolaylı olarak ithalatı) genişletme; dünya ekonomisindeki daralma eğilimini frenleme görevi verildi. G20’de yer alan on bir çevre ülkesinin sekizi (örneğin, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya) bu doğrultuda hareket ettiler. Yüksek dış açık-dış borç göstergeleri taşıyan ülkelere (örneğin Türkiye’ye) ise (alacaklı bankaların talebi doğrultusunda) daraltıcı maliye politikaları önerildi. Bu da, IMF anlaşmaları veya “mali kural” benimsenerek hayata geçirilecekti.
Öte yandan G20’ye dünya sisteminin metropolünü oluşturan ülkelerde izlenecek “ulusal” makro-ekonomik politikalara (özellikle bir finansal reforma) ilişkin önerileri geliştirme görevi de verilmiş; bu işin de (adeta grubun bir “sekreteryası” işlevini üstlenen) IMF aracılığıyla yürütülmesi öngörülmüştü. G20’nin “zülfiyare dokunan” yeni işlevi buradaydı ve kısa sürede anlaşıldı ki, ABD, Britanya, “Avro Bölgesi” ile Japonya “ayrı tellerden” çalmaktadırlar. “Ulusal” öncelikler, her türlü eşgüdüm, ortak çıkarlar söylemini ezip eçmekte; örneğin, “Avro Bölgesi” Almanya ile Fransa’nın tamamen “solo” oynaması nedeniyle dağılmanın eşiklerinde yalpalamaktadır.
Bazı tartışmalı konuları ve görüş ayrılıklarını kısaca sıralayalım:
* ABD Hazine Bakanı açık konuşuyor: Dış fazla veren zenginler (başta Almanya) kamusal genişlemeyi sürdürmeli; Çin yuan’ın değerini yükseltmeli ki Amerikan ihracatı ekonomik büyümeyi beslesin.
* Almanya ise tam aksine kamu harcamalarını kısarken, avro’nun ucuzlamasını bir fırsat olarak kullanıyor ve rakiplerinin aleyhine ihracatını artırmaya öncelik veriyor. İktisatçılar bu yönteme, “komşunu yoksullaştırarak büyüme” stratejisi derler. Borçlanmayı daraltma saplantısı Avrupa’da yaygınlaşıyor; Almanya, sadece kendisi için değil, tüm avro bölgesi için, daraltıcı maliye politikalarını bastırıyor. Kervana Britanya da katılınca, ikinci bir daralma dalgası olasılığı endişeler yaratıyor.
* Önce Almanya tek başına bazı menkul değerlerin (“çıplak/kısa satış” denilen) spekülatif işlemlerini engelledi. Bu önlemi Fransa da onaylayınca konu AB’ye taşındı. Bu tür kâğıtların çok önemli bir bölümü ABD kökenli olduğu için Obama yönetimi (ve Britanya) bu tür bir kısıtlamaya karşı çıkmaktadır.
* Busan’daki G20 toplantısının sonuç bildirgesine göre, “hükümetlerin müdahaleleriyle bağlantılı yüklere finansal sektör yüksek düzeyde ve adil bir katkı yapmalıdır.” Bu, “vergi mükelleflerinin parasıyla sizi kurtardık; şimdi birazını geri ödeyin” anlamına gelen ve özellikle Amerika’da Wall Street’e karşı duyulan öfkeyi dindirmeyi hedefleyen bir formüldür. Yalnız nasıl bir vergi? Uluslararası finansal işlemlerden alınan “Tobin vergisi” mi? Kriz konjonktüründen bağımsız genel bir finans kurumları vergisi mi? “Kurtarılan” bankaların kriz-sonrası kârlarının ve yönetici gelirlerinin vergilenmesi mi? Anlaşılan, “bu pilav daha çok su kaldıracaktır.”
•••
Emperyalist sistemin hegemon gücü değişmek üzeredir. Eski patron Amerika’nın, sistemin işleyiş kurallarını belirleme, hatta etkileme gücü hızla erimektedir. Yeni bir hegemonya sistemine geçişin çalkantısı gözleniyor. G20 düzenlemesini bu doğrultuda bir formül olarak görmek yanıltıcıdır. ABD, Çin, Almanya, belki Japonya’yı içeren gevşek bir koalisyona gidiş akla geliyor; ancak belirsizlikler ağır basıyor.