İktisatçılar açısından gelir eşitsizliği konusu, neden-sonuç bakımından önemli ve hassas bir konudur. Bir yandan yüksek gelir eşitsizliğini toplam talep yetersizliğinin “nedeni” olarak gören ve bu bağlamda çözmeye çalışan Keynesyen bir anlayışa rastlarız. Diğer bir yandan ise gelir eşitsizliğinin üretim ilişkilerinin, rejimin kendisinin bir sonucu olarak gören Marksist bir anlayışla karşılaşırız.

Gelir eşitsizliğinden kim ne anlıyor?

Büyüyen gelir eşitsizliği, tartışmasız günümüzün bıçak kemiğe dayandı denecek boyutlara gelmiş bir gerçeği. Bugün dünyanın birçok coğrafyasında kitlesel eylemlerle dile getirilen bu sorunun ironik olarak IMF, OECD ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumların raporlarında da yer aldığını görüyoruz. Peki, böylesi bir dil birliği bizleri neoliberalizmin yürütücü kurumları ile emekçi kitlelerin bugün aynı dilden konuşuyor olduğu sonucuna ulaştırabilir mi?

Elbette bu yazıyı okuyan çoğu kişi bu soruya kolaylıkla hayır yanıtını verecektir. Fakat yine de bu yanıtın nedenlerine eğilmek, bugün her iki tarafta durumun ne şekilde tezahür ettiğinin altını çizmekte fayda var.

Öncelikle gelir eşitsizliğinin kendisine biraz değinelim. İnsanoğlu varoluş tarihinden bu yana bireysel ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak için üretim faaliyetlerini gerçekleştirmektedir. En basit anlatımıyla bu faaliyet sonucu ortaya çıkan ürünlerin (yahut bu ürünlerin parasal ifadesi olarak ulusal gelirin) nasıl paylaştırılacağı konusu ise yüzyıllardan bu yana üretim ve toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminde ekonomik, sosyal, siyasi arenada keskin ideolojik çatışmaların konusudur. Diğer bir ifadeyle gürültünün koptuğu alanlardan biridir. Bölüşüm ilişkilerinin birer sonucu olarak bugün içinde bulunduğumuz küresel neoliberal rejim, örneğin işçileri üretiminde bulundukları ürünlerin parasal karşılığının çok altında bir ücretle çalıştırmakta ve sonrasında da bu işçilere bu ürünleri ederinin çokça üstünden satmaktır. Tıpkı lüks bina inşaatlarında görev alan işçileri derme çatma binalarda barındırması, tekstil işçilerinin satın alma güçlerini kimi zaman ürettikleri tek bir ürün kadar ettirmemesi gibi. Ana akım iktisat ortaya çıkan bu durumu salt bir eşitsizlik olarak tanımlarken, Marksist iktisat asli unsuru sömürü mekanizması yani artı ürüne el koyma olarak tanımlar, eşitsizlik ise sonrasında bu artığın nasıl paylaştırıldığı ile ortaya çıkan bir sonuçtur.

Bu haliyle iktisatçılar açısından gelir eşitsizliği konusu, neden-sonuç bakımından önemli ve hassas bir konudur. Bir yandan yüksek gelir eşitsizliğini toplam talep yetersizliğinin “nedeni” olarak gören ve bu bağlamda çözmeye çalışan Keynesyen bir anlayışa rastlarız. Diğer bir yandan ise gelir eşitsizliğinin üretim ilişkilerinin, rejimin kendisinin bir sonucu olarak gören Marksist bir anlayışla karşılaşırız. Kimi zaman da-bugün olduğu gibi- ana akım iktisadi anlayışın kriz dinamiklerinin aşılamamasıyla birlikte Keynesçi politikalara döndüğünü görürsek de şaşırmayız.

Küreselleşme sonrası gelir eşitsizliği

Bugün ortaya çıkan eşitsizliğin evveliyatı eski bir tarihe dayansa da, son 40 yıl nedenlerin anlaşılması için yeterlidir. 1980 sonrası neoliberalizmin küreselleşmesi ile birlikte iktisadi artığın yaratılması ve yeniden dağıtılması sürecine dayanan birikim süreci, emeğin esnekleştirilmesi, güvencesizleştirilmesi, emeğin örgütlü gücünün maksimum ölçüde daraltılması çabaları üzerine kuruldu. Küresel alanda gerileyen karlar, spekülatif ve kent rantları ile telafi edilmeye çalışıldı. Üretimin küreselleşmesi sonucunda, kapitalist rekabetçilik merkez ekonomiler dışındaki ülkelerdeki sanayileşme çabalarını rafa kaldırarak bu ülkeleri üretimin taşeron ve ucuz emek deposu ülkeleri haline getirdi. Diğer bir yandan teknoloji rekabeti ve spekülatif kar hırsıyla tekelci şirketler merkez ekonomilerdeki gelirin önemli bir kısmına el koydu, gelir eşitsizliklerini körükledi. Kısaca ülkelerarası gelir eşitsizliği neoliberal küreselleşme sonrasında keskinleşerek büyürken, sınıflar arası gelir ve servet eşitsizlikleri de bu büyümeye eşlik etti.

Somutlaştırmak adına birkaç veri verelim. Paris Ekonomi Okulu’ndan (Paris School of Economics) Lucas Chancel’ın derlediği rakamlara göre, 1970-1980 arası Batı Avrupa’nın yüzde 1 nüfusa denk gelen en zenginlerinin gelirden aldıkları pay yüzde 8 iken, bu pay 2010’ların sonuna doğru yüzde 10,5 ila yüzde 20’ye çıkıyor. Zenginliğin çıtası daha da yükseltildiğinde durum da fena. Örneğin ABD’de en zengin binde birlik nüfusun gelirden aldığı pay 1980-2016 arası yüzde 650 artış gösteriyor. Bu esnada 1980-2017 dönem aralığında Batı Avrupa ve ABD’de en yoksul yüzde 50’nin gelirden aldıkları pay ise yüzde 20’den yüzde 12,5’a iniyor. Japonya’da bu pay aynı dönemler için yüzde 8’den yüzde 10’a çıkarken, Avustralya ve Yeni Zelanda da benzer bir sıçrama görünüyor. Çevre ekonomilerinde ise gelir eşitsizliğindeki sıçramanın boyutları daha büyük. Örneğin Rusya ve Hindistan’da en zengin yüzde 1’in gelirden aldığı pay 1970’lerin sonunda yüzde 5 ila yüzde 7 aralığında yer alırken, günümüze doğru bu pay yüzde 20’lere çıkıyor. 2018 Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre en zengin yüzde 10’luk kesim Sahra-altı Afrika, Brezilya ve Hindistan gelirin tek başına yüzde 55’ini, Ortadoğu’nun en zengin yüzde 10’u ise yüzde 61’ini eline tutuyor. Türkiye ise OECD hesaplamasına göre bugün Meksika, Şili, Kosta Rika ve Güney Afrika’nın ardında gelir eşitsizliğinin en yüksek olduğu beşinci ülke olarak sıralanıyor.

Son kırk yıldır artan eşitsizlikte elbette ki devletlerin sermaye yanlısı ve emek karşıtı olan konumları belirleyici bir rol oynuyor. Bu rolün altını çizenlerden Cambridge Üniversite’sinden José Gabriel Palma ve Jawaharlal Nehru Üniversite’sinden Jayati Gosh, gelir eşitsizliğinin son yıllarda bu denli hız kazanmasını, küresel alanda zenginlerin gücünü ve lobicilik faaliyetlerini besleyen politika seçimlerine bağlıyor.

gelir-esitsizliginden-kim-ne-anliyor-655876-1.
Ne var ki bu çıkışları kapitalizmin içinde bulunduğu bunalımdan başka bir gerçeklikle açıklamak da mümkün değil. 1980 sonrası düşüşe geçen reel ücretlere bağlı gerileyen toplam talebin bugün artık borç kanallarıyla telafi edilememesi durumu da bu bunalıma eşlik eden ve sermaye adına IMF’nin çözmesi gereken sorunların başında yer alıyor.


Gelir Eşitsizliğine Karşı Ayrışan Çözüm Politikaları

Gelir dağılımında adaletsizlik, gelir eşitsizliği sorunundan kimin ne anladığına bağlı olarak ortaya birbirinden çok farklı kulvarlarda çözüm önerileri de atılıyor. Yani diğer bir ifadeyle herkes kendi teşhisine uygun bir çözümü sunuyor.

Örneğin PIIE’den Olivier Blanchard ve Harvard Üniversitesi’nden Dani Rodrick hazırladıkları bir çalışmada1 gelir eşitsizliğinin toplumun hangi gelir grubunda yoğunlaştığına bağlı olarak çözüm önerileri sıralıyor. Gelir eşitsizliği en alt gelir grubunda yoğunlaşan, sanayileşmemiş ülkeler için bu çözümler, sağlık ve eğitim destekleri ile tamamlanmış evrensel temel gelir iken, orta gelir grubunda yoğunlaşan gelir eşitsizliğine çözüm yükseköğrenim destekleri, nitelikli istihdam politikaları, sektörel bazda belirlenen ücretler yenilik ve AR-GE politikalarına dayalı çözümler öneriliyor. Pek rastlanmasa da yüksek gelir gurubunun yoğun olduğu ülkeler için ise miras ve emlak vergileri gibi çözümler dile getiriliyor. Her ne kadar sistemi aşan veya mülkiyet ilişkilerini değiştirmeyi öne koyan bir anlayışa sahip olmasa da Rodrick ve Blanchard’ın konuya görece sınıfsal yaklaştığını, pazarlık gücünde emeğin elini daha kuvvetlendirecek çözüm önerilerini ortaya koyduğunu söylemek gerekiyor.

Diğer bir taraftan IMF de Mali Gözlem Raporu’nda evrensel temel gelirin gelir eşitsizliklerini azaltacağını ve teknolojik ilerleme ve küreselleşmeden muzdarip insanları koruyacağını ifade ediyor. Hatta günümüzün Elon Musk gibi en zengin isimleri de temel gelir uygulamasının bugün ekonomiler için olumlu sonuç vereceğini söylemekten kaçınmıyorlar.

Özellikle IMF’nin önerilerinin, kurumun tarihi ve misyonu bakımından bugün radikal bir özellik taşıdığını kabul etmek gerekiyor. Birkaç yıl önce “Kapitalizm Değişmeli” diyen IMF Eski Başkanı Christine Lagarde’ın ifadelerini de anımsarsak oldukça ‘değişik’ bir durumla karşı karşıya olduğumuz açık. Ne var ki bu çıkışları kapitalizmin içinde bulunduğu bunalımdan başka bir gerçeklikle açıklamak da mümkün değil. 1980 sonrası düşüşe geçen reel ücretlere bağlı gerileyen toplam talebin bugün artık borç kanallarıyla telafi edilememesi durumu da bu bunalıma eşlik eden ve sermaye adına IMF’nin çözmesi gereken sorunların başında yer alıyor. Bunun ötesinde bugün kıtadan kıtaya yayılan kitlesel eylemlerin sistemin dengesini bozacak bir sosyal patlamaya ulaşması kaygısı da bu söylemlerin ardında yatıyor.

Neticede ilk bakışta bugün herkes aynı şeyi söylüyormuş gibi gözükse de, aynı ifadelerin ardında birbirinden oldukça farklı perspektiflerin olduğunu bilmek gerekiyor. Kulağımızı geçim sıkıntısından ve yaşam mücadelesinden sıdkı sıyrılmış milyonlarca insanın talebine doğru çevirdiğimizde ise aslında nasıl bir yola ihtiyaç olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Latin Amerika’dan Asya’ya, Avrupa’dan Orta Doğu’ya sokaklardan yükselen sesler özgürlüğü ve eşitliği, adil bir dünyayı, yaşanabilir bir gezegeni talep ediyor. Böylesi bir dünya özlemini gidermenin yollarını ‘yoksulluğa bağış’ çağrılarında aramak ise, ciğeri kediye teslim etmenin ötesine geçmiyor.

1 We Have the Tools to Reverse the Rise in Inequality, 2019

cukurda-defineci-avi-540867-1.