Gerçeklerin gerçekliği

Gerçek nedir? Ya da bir şey nasıl gerçek olur bu yıllarda aklıma çok gelen bir soru.

Aslında bir noktada felsefi bir açıklamaya ya da bilimsel verilere dayanan bir cevabı olmalı bunun. Ama nedense gerçek diye bir şey yok sanki.

Öncelikle insan inanmak istediğine inanıyor. İster gerçek olsun, ister olmasın.

Hasta iyileşeceğine, sevilmeyen sevileceğine, fakir zengin olacağına, bazısı ölüp yeniden hayata geri döneceğine, kimileri ise çevresindeki herkesin kendisine düşman olduğuna inanıyor ama acaba hangisi gerçekten gerçek?

Şimdilerde ‘post-truth’ diye bir kavram çıktı mesela. Oxford sözlüğü tarafından 2016’nın kelimesi seçildi. Kendini internetteki haberlerin gerçekliğini sorgulama adamış teyit.org’a göre Post-truth’ bir sıfat olarak, ‘nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu’ şeklinde tanımlanıyor. Türkçe’ye ‘gerçek-ötesi’, ‘gerçek-sonrası‘ ya da ‘post-olgusal’ şeklinde çevirmek mümkün... Neyse ne, ben yine geleyim normal bildiğimiz gerçek kavramına.

Gerçekler esneyebiliyor, gerçekler çarpıtılabiliyor, gerçekler farklı algılanabiliyor. Herkes yine dönüp dolaşıp kendi gerçeğine inanıyor, iki elle sarılıyor gerçekliğe. Çünkü gerçeklik yalan olursa mevzu iyice ‘Yalanmış sevgilim’e bağlayabiliyor.

Geçtiğimiz aylarda, özellikle darbeden sonra çıkan ‘Kandırıldık’, ‘Allah ve halkımız bizi affetsin’ söylemleri de yeni bir gerçeklik getiriyor adeta: Anın gerçekliği.

Peki her gün farklı açıklamalar yapan, bir gün atarlanan, ertesi gün ‘Kuzenim yazmış yaaa’ ya bağlayan siyasilerimize ne yapmak gerek? Onlar nasıl bir gerçeklik içinde yaşıyor acaba? İnandıkları bir şeyler var mı acaba? İnanıyorlarsa, ne kadarına inanıyorlar?

Mesela Hitler’in de kendine göre bir takım kendini haklı bulacağı sebepleri olabilirdi. Ya da dünyanın gördüğü en korkunç isimlerden biri olan bu insanın şizofren bir ruh hali içinde bir takım hezeyanlar yaşadığını düşünebiliriz.

Mesela bir önceki, belki de seçimle gelmiş son başbakanımız bıcırıks, radikal militanları kendi stratejik derinliğinden baktığında ‘Öfkeli sünni gençler’ olarak görebiliyordu. Hal böyleyken biz de aynı gerçekliğe inandık diyelim, peki o gerçekliğin gerçekte bir karşılığı oluyor mu?

Ülkemiz tarihinde ilk kez bir yabancı büyükelçi, başkentimizde kameralar önünde, hem de devletin güvenlik görevlisi tarafından suikast kurbanı olurken gözlerimiz hangi gerçekliğe kaymalı? Kafalar karışıyor, atılan sloganlar acaba gerçekten mi atıldı, yoksa ortalığı ve dış ilişkilerimizi baltalamak için miydi her şey? Gerçekleri bazen bilmenin imkanı da kalmıyor. Elde rehine yokken, başarılı bir şekilde etkisiz hale getirilen katil de artık aramızda olmadığı için al sana yeni bir gerçeklik daha. Kim daha yüksek sesle konuşursa onun gerçekliği geçer akçe oluyor bir şekilde. İnsanlar yine inanmak istediklerine inanıyor. Öyle ya da böyle, bu olaydan tek bir sonuç çıkabilir, kim olursa olsun, bu katilin oraya gelmesinde emeği geçenler de azıcık sorumlu. Zaman belki de gerçekleri ortaya çıkarır, kim bilir? Susurluk’un unutulduğu bir zaman ve gündem yoğunluğunda kimse hiçbir şeyi bilemezken, bir şekilde herkes her şeyi bilebiliyor. O da ayrı tuhaf. Mesela her şeyi ‘Dış güçlere, üst akıla, alt akıla, iç ve dış mihraklara anında bağlayan kafaların da gerçekliği tartışılmalı.

Herkes istediği şeye inanıyorsa o zaman gelin güzel şeyler isteyelim. Evrensel genel geçer kurallarımız, adalet sistemimiz, denetlenebilir ve şeffaf kurumlarımız olsun. Ya ben mizah yazarıyım en sonunda hiçbir şeyi bilemiyorum, bildiğimden de emin olamıyorum ama neredeyse adını bile yazamayan profesörler, belediye başkanları her şeyi şakır şakır bilebiliyor, bununla da kalmıyor, gelecekten bile bildirebiliyor...

Bu da bizim tuhaf gerçekliğimiz olsun bari.