Gazete yazarlığı, gündelik hayata dair uçucu, gevşek şeylerin kaydını tutmak bir bakıma.

Gazete yazarlığı, gündelik hayata dair uçucu, gevşek şeylerin kaydını tutmak bir bakıma. Ama o uçucu şeyler, gerçekte sanıldığı kadar uçucu da olmayabiliyor. Tanık olduğum şeylerin düşüncelerimin arasına sızmasından ve kalemimden dökülen sözcüklere yön vermesinden hiç rahatsız olmadım bugüne kadar. Galeano gibi hayata çıplak gözlerle bakarak, Sandor Marai gibi insanları ve olayları birbirlerine bağlayan o “gizli madde”yi analiz edebilme istenciyle huzursuz bir ruh olarak dolaşıp durdum sokakların ve kitapların arasında.

Çünkü biliyordum ki, o gizli maddeyi analiz yeteneğinden yoksunsa bir gazete yazarı, tanık olduğu her şey, birbirinin tekrarı, anlamsız, kopuk ve boş gelecektir. Boşlukta yüzecektir kâğıdın üzerindeki sözcükler... Yazdıkça sözcüklerin ağır ağır kararmasına engel olamayacağı gibi, kişisel buhranlara prim veren gevezeliklerle, kıskançlık ve haset kokan sataşmalarla, güç elde edebilme arzusuyla dolu yalakalıklarla yazılan her sözcük, bir lanete dönüşecektir zamanla. Onu, sonsuza kadar çıkamayacağı tarihin lanetliler çukuruna düşüren sözcükler…

Ama günümüzde gazete yazarlığının iyice zorlaştığını kabul etmek gerek. Çünkü “şaşırmama hastalığı” salgın bir hastalık gibi, bütün topluma yayılmış durumda. Tıkış pıkış binilen metrobüs ve otobüslerde seyahat edenler, binlerce insanın, reklam panolarının, gürültünün içerisinde, kendilerini korumak için duyargalarını olabildiğince kapatmak zorunda artık. Televizyonlarda zaman zaman sokak ortasında can çekişen insan haberleri yer alır. O sokaktan geçen hiçbir taşıtın ya da insanın durup yardım etmediğini gösterir kameralar ve spiker “insanlık öldü mü?” diye sorar. “İnsanlık öldü mü” diye sormak yerine, “insanlık neden ölüyor” diye soran kişidir bana göre gazete yazarı.  İnsanları duyarsızlaştıran o “gizli madde”nin, kapitalizmin ahlakıyla bir ilgisi olabilir mi mesela? “Her koyun kendi bacağından asılır” felsefesini, örgütsüz bir toplumun üyesi olarak yaşamın içinde defalarca sınamış ve duyarlı olan insanların enayi ya da deli muamelesi gördüğüne tanık olmuş birisinin, sokak ortasında can çekişen kişiyi, zaten tıka basa dolu bir geminin güvertesinden düşmüş talihsiz birisi olarak görmesinden daha doğal ne olabilir.

İnsanlar, her an alabora olacak bir geminin içinde yolculuk yapıyor gibi yaşarken, neler düşünür, neler yapar? Kendisini bekleyen belirsizliklerle dolu geleceğin gölgesinden kurtulmak isteyenlerin din ya da dinleşmiş ideolojilere sığınmaktan, anlık zevklerin peşinde koşmaktan başka bir şansı var mı? Kitapçı bir arkadaşım, hep aynı şeyleri anlatan “kişisel gelişim” kitaplarının çok satmasına şaşırdığını söylemişti bir defasında. “Yaşamın Anlamı” diye bir ada sahip olan kitabı okumak zorunda kalan bir insanın yaşadığı çaresizlikten daha kötüsünü düşünemiyorum. Üstelik o tür kitapların, plazalarda çalışan yüksek gelirli kesimin de başucu kitabı olduğunu biliyoruz. Kapitalizme uyum sağlamak için, dünyayı değil de kendisini değiştirerek varoluşsal sancılarından kurtulmak isteyen bu insanların, çalışmak, eğlenmek ve tüketmekten ibaret kısır bir yaşam döngüsü içinde “Yaşamın Anlamı”nı kişisel gelişim kitaplarında aramalarından başka bir şansları var mı? Yüksek gelir grubu içindeki insanlar, yaşamın anlamını kaybetmiş, düşük gelir grubu içindeki insanlar da hayatta kalma çabası içindeyken, kutuplar arası bir siyasetsizlik iklim içinde gazete yazarlığı da en zor günlerini yaşıyor.

Siyasetçilerin, ürettikleri projelerini “çılgın proje” olarak sunmak zorunda kalmaları da, bu siyasetsizlik ikliminin bir neticesi. Vaat edecekleri şeyler, sadece “çılgınlık”. Bu yüzden, Ankara’ya deniz getirilse bile kimsenin şaşırmayacağı bir zamanda, İstanbul’a ikinci bir Boğaz’ın açılması sadece rant çevrelerini heyecanlandıran bir haber olarak yer aldı hayatımızda.

YSK’dan YGS’ye, henüz yazımı bitmemiş bir kitabın toplatılmasına kadar eşi benzeri olmayan pek çok skandala imza atan iktidar partisinin, seçimlerden birinci parti olarak çıkmasına şaşırmayacaksak eğer, İstanbul’a ikinci bir boğazın açılmasına niye şaşıralım ki? Açılacak kanaldan rant sağlayacak çevreler, eminim epey heyecanlanmışlardır. Ali Ağaoğlu’nun yüzü gülüyordu, “kanalistanbul” projesini televizyonda tartışırken. Ormanlık alanlar yok olacak diyen uzmana, bir milyon ağaç kesersek yüz milyon ağaç ekeriz diyerek, ormandan ne anladığını ortaya koyan birisini, sadece “Yaşamın Anlamı” kitabını okumak da kurtarmaz. Ama böyle bir zihniyete teslim edilecek yaşam alanlarının neye benzeyeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. 

İnsanlar ve olaylar arasındaki o “gizli madde”nin varlığının farkında olarak yazmanın, sinir sistemimde yarattığı baskıyı, edebiyat sayesinde azalttığımı fark ettim geçenlerde. Edebiyat yazarlığının gazete yazarlığından farkı, yerçekimi kuvvetini değiştirmesinde gizli belki de. Edip Cansever’in “Yerçekimli Karanfil” şiirindeki gibi, insanın içine karanfil düşebiliyor yazarken. Şaşırmayı yeniden öğrenirsek, içimize karanfil düşecek yerçekimini de yaratabiliriz belki… “Yaşamın anlamı”nı, içimize düşen karanfille bulacağımızı bilerek…