Gülerek girer: Ha ha ha!

Müşfik Kenter, çok geniş bir yaş yelpazesi oluşturan kişiler tarafından sevilen bir tiyatro adamıdır. Yaşı tutanlar vardır bir kere, uzun yıllar öncesinde Kenter Kardeşler’in yazın İstanbul’a turneye gelmelerini hasretle bekleyenler… Müşfik Kenter’e yıllardan beri hayrandırlar. Sinemayla televizyondan da elbette, ama en çok tiyatro sahnesinden. Gene de, daha yakın yıllarda onu izlemiş, sevmiş olanların sayısı daha fazla olsa gerek. Sonra Müşfik Hoca’yı unutamayan öğrencileri vardır. Ondan ders almış olmakla övünürler. Hele denk gelip de küçük bir rolle karşısında sahneye çıktılarsa eğer, keyiflerine değme gitsin!

Öznür Oğraş Çolak, ölümünden iki yıl önce onunla Cumhuriyet için yaptığı son röportajda böyle bir öğrenci olarak onun şöyle dediğini hatırlıyor: “Köpekbalığı gibi bakma, insan gibi bak”. Ya da hiçbir öğrencisinin aklından çıkmayan en önemli sözü; “Önce iyi insan ol, sonra iyi bir oyuncu olursun”... Çolak bir gün tiyatroda Müşfik Hoca’ya “Hocam neden bütün öğrencilerinize önce iyi insan olun diyorsunuz” diye sorduğunda, “İyi insan olmazsan hiçbir şey olamazsın” dediğini unutmamış. Hocalarının kulaklarına küpe ettikleri bir lafı daha vardı: “İlk günkü heyecan çok önemli, onu asla yitirmemelisin!”

Ali Poyrazoğlu, “İyi geceler canım prens” başlıklı yazısında, Müşfik Kenter’in rolünü ezberlerse lafların papağanı olmaktan korktuğunu söylüyor. Oysa onun başka bir yöntemi vardı. “O adam olup çıkardı. Müşfik’i izne gönderirdi oyun oynanırken; sonra tekrar buluşurlardı. Her karakter için ayrı teknik geliştirir, çaktırmazdı. Her şey, şimdi, ilk kez o anda, ilk defa oluyormuş gibi gelirdi izleyenlere.” Poyrazoğlu, Hürriyet’teki yazısına da şu altına mühür basılası cümlelerle başlamıştı:

“Çok yakışıklıydı; bütün kızlar ona aşıktı. Çok kıskanırdık. Çok iyi oyuncuydu, kontrollü bir avareydi... Ne oynarsa oynasın, döktürürdü; çok güzel ölürdü. Çok güzel öldü.” Hamlet’in son sözlerini mırıldanmıştır herhalde. “Bundan sonrası… Sessizlik…”

Umut veren genç bir oyuncuydu, beklentileri yanıltmayan büyük usta oldu. Sahnede sahiciydi, karakteri oynamazdı, gerçekten de “o” olurdu. Müşfik Bey, o sahnede sırtıyla bile oynardı, arkası dönükken de karakterin neler hissettiğini bize anlatırdı.

Sonra sinemada, televizyonda da karşımıza çıktı ama benim için hep tiyatrocu olarak kalacak. Kuralları sevmezdi, cazibesi biraz da buradan gelirdi. Ama avare ruhunu dizginlemiş, oyunculuğuna engel olmasına izin vermemişti. Geride kalmış o yılların heyecanla beklenen yaz başı şölenlerini, nihayet İstanbul’da hasretlerini çeken izleyicilerine kavuşan genç ve yetenekli Kenter kardeşleri (ablasından dört yaş küçüktü), “Salıncakta İki Kişi”yi, “Mikado’nun Çöpleri”ni unutmak ne mümkün?” Daha sonraki yıllarda, Orhan Veli Kanık’ın şiirlerinden Murathan Mungan’ın uyarladığı, adını şairin “İstanbul Türküsü”ndeki bir mısradan (“Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama”) alan, aktörün otuz yıl boyunca sahnelediği “Bir Garip Orhan Veli” de hafızalara kazınmıştır mutlaka. Ama ben onu hep Brian Friel oyunu “Ver Elini Yeni Dünya”nın Amerika’ya gitmeye hazırlanan İrlandalı Gar’ı olarak hatırlayacağım. Gar bir rol için ondan istenen bölümü okumaya şöyle başlıyordu: “Gülerek girer: Ha ha ha!” Aylarca, sesini durup, onu sanki sahnede görerek hatırladıkça güldüm. Bir gazete yazısının manşeti ise sevincimin yankısı gibiydi: “Philadelphia Here I Come, İstanbul’a Welcome”.