Balıkçılar kahvesine ilk geldiğim günü hatırlıyorum da, kendi kendine Fransızca öğrenen Macit Amca’yı ocağa yakın masada tek başına onlarca kitabın arasında çalışırken gördüğümde çok şaşırmıştım. Üniversiteye başladığım günlerdi ve kafam öyle karışıktı ki…

Kahvehanede kitap okuyan birini görmek içimi rahatlatmıştı. Denizi gören bir masaya oturup yanımdan ayırmadığım defterime, iç konuşmalarımı yazıyordum. O deniz kenarındaki masaya oturup, kendime ve dünyaya bir mesafeden bakmak ve anlamaya çalışmak iyi geliyordu. Sonra bir gün Macit Amca, balığa çıkarken bana da seslendi ve birlikte denize açıldık. Hava şimdiki gibi bozbulanıktı, deniz köpürmüş, yağmur bulutları üzerimize doğru geliyordu. Macit Amca, benim gibi genç birisinin böyle neden sanki hayattan saklanmak istiyormuşçasına balıkçılar kahvesine geldiğini merak ettiğini söylemişti. “Hayattan saklanmak” mıydı yaptığım, yoksa bütün o kargaşadan sıyrılıp ne olduğunu anlamaya çalışmak mı? Belki de her ikisiydi. Defterimle baş başa geçirdiğim o saatlerden sonra, içimde ve dışımda ne olup bittiğini anlamış olarak hayata geri dönüyordum.

O günlerde okuduğum kitaplar arasında Georges Bataille’ın “İç Deney” kitabı da vardı. O kitapta Bataille’ın yaptığı şeye benziyordu defterimle ilişkim. Bataille, gündelik hayatta insanın hiç beklemediği anda sınır bir olguyla karşılaşıp varoluşunun ne olduğu hakkında ipuçları elde ettiğini iddia ediyordu ve yaşanan bu olayları da “iç deney/im” olarak nitelendiriyordu. Kitabın çevirmeni Mehmet Mukadder Yakupoğlu, kitaba yazdığı önsözde, Bataille’daki belirgin iç deneyimlerin esrime, kurban etme, erotizm, gülüş ve korku olduğunu belirtmişti: “Bu iç deneyimlerin en belirgin ve uyarıcı boyutu korkudur. Korkuyu hissetmeden iç deneyim gerçekleşmez.”

Bataille, bu dünyada iki kesin bilgiye sahip olduğumuzu söylüyordu: “Her şey olmadığımız ve ölümlü olduğumuz.” Ne zaman ki her şey olmaya çalışmaktan vazgeçip ölümlü olduğunu düşünse, içinde boşluk ve korkunun ortaya çıktığını yazmıştı: “Tin, içinde korku ve esrimenin birleştiği tuhaf bir dünyada deviniyor.”

Bataille gibi, bu dünyayı ve kendimi çözülmesi gereken bir bilmece gibi görüyordum. Okuduğum kitaplarda o bilmecenin anahtarlarını arasam da, kendi içime dönmeden, kendi iç deneyimimi yaşamadan o anahtarları bulamayacağıma inanıyordum.

Şimdi balıkçılar kahvesinde otururken, insanın kendi başına iç deneyler yaparak bilmeceyi çözemeyeceğine inandığımı fark ettim. Tıpkı psikanalizdeki dürtü modeliyle ilişkisel model arasındaki fark gibi. Stephen A. Mitchell’ın “Psikanalizde İlişkisel Kavramlar” kitabında vardı, insanın bütün arzuları ve biyolojik kökenli olanlar dahil itkilerinin, ilişkisel bir bağlamda şekillendiği. İnsanın temel motivasyonu, ilişki ihtiyacı ve arzusuydu. Arzularla dış gerçekliğin çatışmasından çok, bireylerin ilişki kurma ve kendilerini ifade edebilme mücadelesiydi önemli olan: “Zihin, ilişkisel yapılanmalardan oluşur. Kişi ancak bu ilişkilerin, geçmişin ve geleceğin dokusunda anlaşılabilir.” Engin Geçtan’ın söyleşi ve kitaplarında sık sık dile getirdiği gibi, fonsuz figür olmaz sözünü düşününce... Mitchell, figürün daima dokunun içinde olduğunu ve dokunun ipliklerinin de özdeşleşmeler ve içe alımlar yoluyla içsel temsiller olduğunu yazmıştı. Ruhun şifreleri, ancak bu içsel temsiller aracılığıyla anlaşılabilirdi.

O gün, Macit Amca’yla denize açıldığımda, aklımda bunların hiçbiri yoktu. Bataille’ın bahsettiği gibi bir esrime içindeydim, bulutlar ve denizle aramda hiçbir felsefi söylem, bilimsel izah da yoktu ya da öyle sanıyordum. Bataille, iç deneyimi dış gerçeklikten ayrı tutmuyordu zaten. Esrimeyle, yani insanın kendi iç deneyiminin canlılığıyla sanata, siyasete ve hayata katılabilmesiydi önemli olan. Aslında o da Mitchell gibi düşünüyordu, insanlığın yaşadığı çelişkileri kendi gerçekliğiyle karşılaştırırken.

O gün, Macit Amca’yla balık tutarken, güneş batıyordu. Macit Amca, sanki Bataille okumuş gibi, denizle güneşin birleştiği o ânı, ölüm ve yaşamın birleşmesine benzetmişti. Güneşin batışını izlerken insanların yaşadığı esrime, belki de sonsuzluğu çağrıştırdığı içindi.