301 işçinin çalışırken can verdiği katliamının üzerinden tam bir yıl geçti. Bugüne kadar her yıl binlerce işçi  düşme, ezilme, göçük, trafik/servis kazaları gibi nedenlerden dolayı çalışma anında can verirken kitlesel iş cinayeti Soma, bu vahşetin en görünür yüzü oldu.

Ucuz, kuralsız ve güvencesiz çalıştırma, bile bile işçi sağlığı ve iş güvenliği kurallarını hiçe sayarak çalıştırma tüm dünyada patronların bilinçli bir tercihi olsa da Türkiye’de AKP iktidarı ile bu tercih bir devlet politikası haline gelmiştir. Hatta bu politika, ülke ekonomisinin bir “rekabet gücü” haline getirilmiş, işgücü maliyetleri ve çalışma standartlarının düşürülmesi küresel sermayeye bir albeni olarak sunulmuştur.  Kısaca AKP döneminde Türkiye, küresel pazarın ucuz ve güvencesiz emek deposuna dönüştürülmüştür. Özelleştirmeler, taşeron tipi çalıştırma ve örgütsüzleştirme bu ucuz emek gücünün oluşturulmasının, emek üzerinden daha fazla artık değer elde etmenin yani daha fazla sömürünün yöntemleri haline gelmiştir. Bu yöntemlerin hayata geçirilmesinin olanakları da iktisadi siyasi ve ideolojik dönüşümlerle yine iktidar tarafından sağlanmıştır.

İşte Soma madeni patronu tarafından büyük bir mutlulukla açıklanan, özelleştirme öncesi ton başına 130 dolar olan üretim maliyetlerini özelleştirme sonrasında 24 dolara düşüren düzen budur. Soma katliamının ardından madendeki çalışma koşullarını anlatan işçiler bir röportajda, yerin yedi kat altında yaşadıkları bu düzeni “hadi hadi” düzeni diye tanımlamışlardı. “Hadi hadi”, işçinin işçi üzerinden ayda 50 bin liraya kadar kazanabildiği söylenen dayıbaşından, işyerinde sürekli ensesinde bulunan taşeron amirinden en sık duyduğu sözdü çünkü.

İşçilerin emeğinin yanında canına el koyarak sınırsız zorbalığı kendinde hak gören bu “hadi hadici” düzen, aslında hiçbir ücretli çalışana yabancı değil.  Fabrikalarda, madenlerde “parça başı ücret”, “saat başı ücret” gibi üretimin miktarına ve süresine bağlı ücretlendirme; bankalarda, plazalarda, okul ve hastanelerde katma değer, çalışan başına karlılık üzerinden ücretlendirme gibi yansımalarıyla bu “hadi hadici”liği küçüklü büyüklü her türlü işyerinde görmek mümkün. AKP’nin bugüne değin bir başarı öyküsü olarak sunduğu, önümüzdeki seçimlerde bir vaat olarak öne çıkardığı işgücü verimliliğinin arttırılması süreci ise bu “hadi hadi”cilikten ibaret. İşgücü verimliliği, tanım olarak belirli bir zaman aralığında bir işçi ile ne kadar ürün elde edildiğinin oranıdır. Bu oran, sermaye mallarının teknolojiyle kalitesini yükselterek, çalışma koşullarını, ücret ve sosyal hakları daha da iyileştirerek de arttırılabilirken, Türkiye’de bu artışın tek kaynakları baskı ve tehdittir. Yüksek işsizlik, gerileyen ücretlere karşılık yüksek derecede borçlandırma, işsizlik sürecinde paralı hale gelen eğitim ve sağlık gibi temel kamu hizmetlerinden yoksun kalma durumu- sosyal korumanın olmaması gibi düzen tarafından sürekli yeniden üretilen faktörler birer tehdit unsuru olarak halen kullanılmaktadır. Bunun yanında performansa dayalı ücretlendirme adı altında daha fazla çıktı üretme, çalışanlar üzerinde ağır bir baskı olarak sürdürülmektedir. Diğer bir taraftan da hem bu zorbalığın önüne geçecek hem de yükselen verimliliği yüksek ücretlere dönüştürecek tek kanal örgütlü işgücü iken, bu kanalın yine baskı, tehdit, zor ve yasal güçle kapatılması kapitalizmin o görünmeyen elini Türkiye’de tam anlamıyla görünmeyen bir kırbaca dönüştürmektedir.


O kırbacı gördük
Bu kırbaç Soma’da sadece ölümü sırtına vurduğuna değil, hepimize kendisini gösterdi. O kırbacı Ankara’dan Soma’ya acımasızca sallayanları gördük. Yüzlerindeki o soğukkanlılığı her daim hafızamızda tutmalıyız. Hakkını arayana inen o son tekmeyi asla ama asla unutmamalıyız. O kırbacın hepimizin sırtında olduğu bir an bile aklımızdan çıkmamalı. Unutmamak hesap sormaksa şayet, hesabı yerin yedi kat altından yedi kat üstüne emeğin ürettiği değerler üzerinden beslenenlerden sormalıyız; hesabımız o değerlerin ülkesini kurana dek kapanmamalı.