Özcan Alper’in yeni filmi “Rüzgârın Hatıraları” 11 Aralık’ta gösterime giriyor. Filme, başkarakteri Aram’ın kafa seslerini (iç sesini) yazmak gibi benim de küçük bir katkım oldu. Zihnine girebilmek için bir süre Aram gibi yaşayıp düşünmüştüm; sonra fark ettim ki, zaten hep Aram gibi düşünmüş hissetmiştim bu topraklarda. Özcan Alper de yazılarımdan bunu bildiği için, Aram’ın zihninden geçenleri yazabileceğimi düşünmüş olmalıydı; çünkü o da bir Aram’dı, Sabahattin Ali, Walter Benjamin, Stefan Zweig gibi… Yalnız değildik, “ak sürüdeki kara koyunlar” tanıyorlardı birbirlerini. Nereye gitsek, ne yapsak bilinirdik; çünkü şairin dediği gibi, “yaralarımız bizden önce vardı”, o yaraları bedenimizde ve ruhumuzda taşımak için doğmuştuk. “Rüzgârın Hatıraları”, o yaralar için yapılmış bir filmdi, tıpkı “Sonbahar” ve “Gelecek Uzun Sürer” gibi… Sınırlarda, sürgünde, özgürlük ve ev özlemiyle hayatını kaybedenlere bir ağıt…

Suruç, Ankara, Tahir Elçi, ölen mülteciler, karaya vuran o küçük çocuğun cansız bedeni… İçi boş ümitleri üzerimizden atınca, geriye ne kalır, yaralarımızdan başka? Dünya böyle giderse, insanlığın bütün değerlerinin gömüleceği bir ölüm çukuruna dönüşecek. Aram, II. Dünya Savaşı’na tanık olduğu zamanlar böyle düşünüyordu. Stefan Zweig, Marguerite Duras ve daha niceleri, savaşların korkunçluğunu, faşizmin nasıl bir lanet gibi dünyayı sarıp sarmalayıp çürüttüğünü yazmış, haykırmış olsalar da, bugün barış için haykıranların Suruç’ta, Ankara’da üzerini örten o kahredici sessizlik… Bu ölüm çukuru, daha ne kadar derinleşebilir ki?.. Hepimiz, kafamızın içinde yer etmiş bir düşüncenin ardına düşmüş giderken… Denizin yumuşaklığı üstüne düşen gölgelerden bir farkımız yok.

Aram gibi pek çok sürgünün istediği bir şeydi, bir yerde doğup orada az çok sonsuza kadar yaşamak. Adorno, bir yazısında “Ev bitti” diyerek, bunun artık imkânsız olduğunu söylese de, içimizde hep bir “ev” özlemiyle yaşamıyor muyduk? O ev, bazen bir insan, bir aşk oluyordu, bir anı… Peki ama neden? Her şeyin bir hayal, aldatıcı bir rüya olduğunu düşünmek miydi, “ev” özleminin kaynağı? Aşk gibi, dünyanın zannedildiği kadar manasız olmadığının bir ispatı mıydı ev? Çoktan yürünmüş yolları tekrar tekrar yürümüş olsak da, kaybolmuş gibi hissettiğimiz için mi, o evi, evimizi arıyorduk? Arendt’in “dünya sevgisi” dediği şey, dünyayı evin gibi hissetmekti, evimiz… “Ortak dünya”nın yokluğu, herkesi birer mülteciye ve dünyayı bir toplama kampına dönüştürüyordu.

Bilmiyorum… Aram da bilmiyordu, hatırlarsa bilecekti. Peki ya hatırlamak, insanın kendisini saçları uçuşan rüzgâra bırakması mıydı? Aitsizliğimiz, rüzgârın geldiği yeri öğrenince mi sona erecekti? Nasıl bir hayat, hangi toprağa bağlardı bizi?.. Henüz insan kulağı değmemiş, bastırılmış bir hıçkırığı içimizde taşırken... Denize, şehre, ormana açılan kapılar bir bir üzerimize kapanırken, kaçamayalım diye daha çok korku salıyorlardı üzerimize.

Hatırladığı sürece yaşayacağını biliyordu Aram, çünkü ruhu hatıraların içine saklanmıştı. Ormanın içinde onunla ateşin başına oturup, insanın neden önce kendisinden saklandığını anlamaya çalıştım, artık susmuş olanların yankısını rüzgârın içinde duymaya çalışarak. Yüzleşmeyi ve hatırlamayı güçleştiren şeyler değil miydi, dünyayı ölüm çukuruna dönüştüren?.. Yaktığımız ateşin başında gölgeler hâlinde beliren Walter Benjamin’den Sabahattin Ali’ye, pek çok yazara, filozofa, şaire akıl danıştım. İnanma ve ümit etme kabiliyetini yitirdikçe korkuya kapılmanın kaçınılmaz olduğunu söylediler.

Huzursuz zamanlardayız ve daha huzursuz zamanlar kapıda… Bütün yaşayan taraflarımızla bu topraklara kök salarak yaklaşan fırtınadan korunabiliriz ancak, köklerimiz derinlerde birbirine karışıp dolandıkça…