Dün pekçok insanın ağzından şu sözcüklerin döküldüğüne tanık oldum: “Bu kadarını da beklemiyordum. Tamam, 100-200 bin fark olabilir diyordum, ama 800 bin fark…” Vatandaşların oy verme davranışlarının asla akıldışı olmadığını, hemen tüm seçimlerde bir rasyonelle hareket ettiklerini, o rasyonelle bizim rasyonelimiz uyuşmadığından sonucu açıklamakta zorlandığımızı düşünmüşümdür. Bu seçimde de öyle oldu; AKP ve Erdoğan, buna […]

Dün pekçok insanın ağzından şu sözcüklerin döküldüğüne tanık oldum: “Bu kadarını da beklemiyordum. Tamam, 100-200 bin fark olabilir diyordum, ama 800 bin fark…”

Vatandaşların oy verme davranışlarının asla akıldışı olmadığını, hemen tüm seçimlerde bir rasyonelle hareket ettiklerini, o rasyonelle bizim rasyonelimiz uyuşmadığından sonucu açıklamakta zorlandığımızı düşünmüşümdür.

Bu seçimde de öyle oldu; AKP ve Erdoğan, buna MHP ve Bahçeli’yi de katın, kampanya boyunca kendi tabanlarının bile akıllarıyla alay eden bir çizgi izlediler.

Seçimin tekrarından tutun da, tekrar eden kampanyada Erdoğan’ın önce ortalıkta görünmeyip son düzlükte 31 Mart öncesinin söylemiyle sahneye atlaması; İstanbul’a mitil serecek olan Bahçeli’nin otobanda bir görünüp bir kaybolması; ve de hangi akla hizmetse Demirtaş’ın İmamoğlu desteğine karşı Öcalan “desteği”nden medet ummaları, kendi tabanlarını epey zorladı!

Sonuçta, 13 binlik farkla yenilgiyi hazmedemeyenler şimdi 800 binden fazla bir farkı hazmetmek zorundalar. Ya da…

Sonuçlar üzerine sohbet ederken, değerli hocam Prof. Dr. Raşit Kaya, seçimlerin mesajının çok güçlü olduğunu ancak o mesajı AKP ve Erdoğan’ın nasıl algılayacağını şimdiden kestirmenin zor olduğunu söyledi: “Seçim kampanyasında iktidar açısından ‘Rubicon nehri’ geçildi. Şimdi mesele; geri dönülmemesi için gemiler yakılacak mı, yoksa geri dönüş ya da uygun yeni mevziler için korunup saklanacaklar mı?” 

Erdoğan+Bahçeli/AKP+MHP, kampanya boyunca izledikleri düşmanlaştırıcı dili, kurumları ve temel normları hiçe sayan politikayı, iktidarlarını “parti devleti” ile sürdürme yolunu terk etmezlerse, gemileri yakmışlar, mevcut tek adam yönetimiyle kendi “beka”larını özdeşleştirmişler demektir.

Oysa İstanbul seçiminin temel mesajı, tam da “başkanlık sistemi”nin bu iktidar eliyle pratikleşen halinin terkedilmesi yönünde.

Ve İstanbul seçimi, muhalefete, iktidarın bu çizgisine karşı mücadelede enerji ve moral yüklerken, Raşit Hoca’nın ifadesiyle; “konjonktür ve otoriter/siyasal sistem nedeniyle sinmiş olan kesimlerin iktidarın kimi tasarruflarına karşı çıkmalarının veya özel taleplerde bulunmalarının” yeni olanak ve fırsatlarını yarattı.

Memleketin bugünden sonra nereye gideceğini kestirmek; “Siyasal iktidarın geçmiş edimleri, liderin daha önce sınanmış psişik doğası” nedeniyle zor olsa da, şu kesin ki “hiçbir şey eskisi gibi olamayacak.”

Zaten için için kaynayan AKP’de kaynamanın dumanları yarından sonra daha net görülmeye başlanacak. Birilerine faturalar çıkarılıp hesaplar sorulacak. En sorgulanamaz olan artık sorgulanacak. Davutoğlu ve Babacan’ın partileri İstanbul’la cesaretlenip erken doğum yapabilecek.

En kıvrak AKP’li ve MHP’li zekanın bu sonuca tabana kabul ettirebilecekleri bir formül bulmalarına, Pazar günü önlerine konan şapkadan oyuncak bir tavşan bile çıkarabilmelerine imkan yok.

Erdoğan, “İstanbulu kaybeden Türkiye’yi kaybeder” diyordu. Doğru. Yani; İstanbul’u kazanan Türkiye’yi de kazanır!

Yeter ki, İstanbul seçiminin yalnızca İstanbul’un seçimi olmadığı, memleketi parlamenter demokrasi rayına oturtmanın bir adımı olduğu, mücadeleyi tıpkı İstanbul’da olduğu gibi, el ele, omuz omuza, muhalefet unsurlarının birbirlerini kucaklayarak yürütmesi gerektiği kavranmış olsun.

Yeter ki; Selahattin Demirtaş “terörist” ilan edilip özgürlüğünden edildiğinde; Osman Kavala gibi memleketin dertleriyle dertlenen insanlar akla ve mantığa aykırı iddialarla aylarca cezaevinde tutulduklarında; Barış İnce gibi gazeteciler tetikçi şarlatanlarca karalandığında; hak, hukuk ve adalet safında demokrasi için kenetlenebilelim.